9.Bölüm - Taş devri keşifler çağı
9. Taş
Devri Keşifler Çağı
Bundan 45.000 yıl önce göreceli bir rahatlığa erişen atalarımız
dünyanın dört bir yanına dağılıp sürekli olarak nüfusu artırırken doğanın yeni
bir değişimi ile karşılaşırlar. Kışlar giderek uzamaya yazlar ise kısalmaya
başlar. Dünya yeni bir soğuk döneme girmiştir. Sıcak Afrika’da kalanlar bir kez
daha kuraklıkla savaşırken, daha kuzeydekiler soğukla mücadele etmektedir. Doğa
giderek vahşileşir, sert fırtınalar, sel baskınları görülür. Bu mağaralarda
daha uzun zaman geçirmek anlamına gelmektedir. Aynı zamanda mağaralar soğuğa
karşı yeni baştan düzenlenmelidir. Avcılık eskisi kadar rahat değildir. Ava
giderken av olanların sayısı artmış, yiyecek bulmak zorlaşmıştır. Dahası
yaşanabilir bölgelerin daralmasıdır ki aynı bölgeyi paylaşan birden fazla
topluluk görülmeye başlamıştır. Üstelik bu topluluklardan dostluk beklemek pek
de mümkün değildir. Herkes aynı derecede açtır. Artık savunma ihtiyaçları en az
kendileri kadar zeki türlere karşı yapılmak durumundadır. Bunun doğal sonucu
silahların daha iyi yapılmasıdır.
Soğuk dönemin şiddeti bundan 35.000 yıl öncesine gelindiğinde doruğa
çıkmıştır. Nüfus bir kez daha azalmış olmalı ama atalarımız hemen ortama uymayı
başarmışlardı. Çünkü mağaralarını daha iyi düzenleyebiliyorlar hatta basit bir
girintinin çevresini taşlarla kapatarak kendilerine uygun bir mağara
yapabiliyorlardı. Duvarcılık giderek gelişen bir teknoloji olarak görünüyordu.
Mağaralarda geçirilen uzun günlerde zamanı ölçmek kimi dönem yaşamsal
olabiliyordu. Bu nedenle 35.000 yıl öncesinde mağara insanının takvimi
geliştirdiğini görüyoruz (85). Artık mevsimler, aylar, günler daha iyi
hesaplanabiliyor, topluluklar buna göre kendilerine yön veriyorlardı. Takvim,
insanın hayatta kalmak adına yaptığı en önemli buluşlardan ilki olarak
karşımıza çıkıyordu. Bundan tam beş bin yıl sonra ise saymayı öğreneceklerdir
(85).
Mağara, taş devrinde insanın en önemli yerleşim alanlarından birisini
oluşturuyordu. Sorun şu ki mağaralar insanlar için özel yapılmış yapılar
değildi. Üstelik her yerde mağara bulunmuyordu. Gerçi atalarımız yukarıda da
anlattığımız gibi çatı görevi görebilecek yerleri bir yaşam alanı haline
getirmeyi başarıyorlardı ama bazı bölgeler besin kaynaklarınca zengin ama
barınma olanakları açısından sınırlıydı. Bu durumda ilk kulübeler ortaya
çıkmaya başladı. Gerçekte bunlara kulübe demek çok da doğru değil çünkü bu gün
anladığımız anlamda yapılara hiç benzemiyordu. Önce derin bir çukur kazılıyor,
bu çukurun çevresine ağaçlar dik olarak çakılıyor ve sivri uçlar tepede
birleştirilerek çatı kapatılıyordu.
Ağaçların üzerine bitki yaprakları ve avlanan hayvanların derileri
geriliyor, büyük ölçüde yere gömülmüş gibi duran bu yapı atalarımızın o kalitesiz
mağaralardan daha düzenli evlere geçişini müjdeliyordu. Gerçekte böyle bir
yapıyı oluşturmak kolay değildi, taş araçlarınızın çok iyi olması gerekiyordu.
Taş baltaların yüzeyi daha iyi parlatılmalıydı, başka türlü düzgün ağaçlar
kesilemezdi. Soğuk dönem taş devri insanın o güne değin yaptıklarında
uzmanlaşmasını daha iyi taş araçlar yapmasını sağladı.
Simsiyah gür sakallı genç adam ırmağın kenarında iki büklüm dikkatle
çevreyi araştırıyordu. 8-10 yaşlarında küçük bir erkek çocuk yanına yaklaştı,
“sen ne aramak?” diye sordu
“Taş aramak balta için”
(İçin) sözcüğünün keşfi dilde büyük bir atılım anlamına gelmektedir.
Çünkü sesler yalnızca olayları taklit etmemekte, eylemlere göre özel biçimler
almaktadır. Bir süre sonra “ye, ya, de da” gibi eklerle insanlar daha ayrıntılı
konuşma olanağı bulacaklardır. Her ne kadar burada verilen örnekler Türkçeye
ilişkin ise de diğer dillerde de buna benzer takılar bulunmaktadır.
Çocuk adamın yanında çevreyi süzmeye başladı. Parmağı ile bir kayayı
işaret etti;
“Bak, kocaman taş”
Adam o yöne baktı, yüzünü buruşturdu;
“Hayır, o çürük, ben aramak sert taş”
Hemen yanında duran yumruk büyüklüğünde bir taşı aldı, çocuğa uzattı;
“Balta için taş, böyle”
Gerçekte (böyle) sözcüğü belki de (için) sözcüğünden çok daha önemli
bir gelişmedir. Çünkü yapı olarak dile işaret sıfatını eklemektedir.
Başlangıçta neredeyse tamamı isimlerden oluşan bir dil ile sıfat bulmak
binlerce yıllık atılım anlamına gelmektedir. Zaten daha sonra geçecek beş bin
yıl içinde insanlar günümüzde normal sayılacak bir konuşma düzeyine
erişeceklerdir. Bu konudaki araştırmalar ne yazık ki yeterli değildir. Dil
bilgisi üzerine bilgileriniz M.Ö 1000 yılına aittir (86). Dolayısıyla burada
anlatılanlar bir tahminden öteye gitmemektedir. Ancak kadın ve erkeğin tarih
içindeki sosyal konumlarına bakarak ilginç sonuçlar çıkarılabilir. Ayrıntılı
bir dil erkekten çok kadına gerekmektedir. Çünkü avcı erkeklere “yat, kalk,
kaç, saklan, saldır, at, vur” gibi tek hecelik sözcükler yetmektedir. Oysa
günün çok daha geniş bir sosyal yaşam içinde geçiren kadın gelişmiş bir dile
gereksinim duymaktadır. Bu açıdan dilin gelişmesinde asıl katkının kadınlar
tarafından yapıldığını söylemek yanlış olmaz.
M.Ö. 35.000 yılında taştan çok ayrıntılı aletler yapılması mümkün
değildir. Ama var olanların kalitesi artırılabilirdi. Bu nedenle soğuk dönem
taş işleme tekniklerinin çok ileri düzeylere ulaşmasında yararlı olmuştur.
Böylece keskin taş bıçaklar kullanılarak daha ayrıntılı deri işçiliği ortaya
çıkmış, deriler ince şeritler halinde kesilerek birleştirilmiş ve daha geniş
yüzeyler elde edilmiştir.
Bundan başka ilk anda çok önemli değilmiş gibi görünen ama yakından
incelendiğinde ne kadar zor bir iş olduğu anlaşılan pek çok yeni keşif yapıldı.
Bunlardan bir tanesi iğnenin keşfiydi. O zamanlar hayvan derilerini taş
bıçaklarla olabildiğince ince keserek iplik üretimi biliniyordu. Açılan
deliklerle deriler birleştiriliyor böylece daha büyük bir yüzey alan elde
edilebiliyordu. İşte bu işi daha hızlı ve sağlam olarak yapacak bir araç yani
iğnenin bulunması insanların uzun ve soğuk günlerde onları daha iyi koruyacak
giysiler yapmasını sağlayacaktı.
İğne yapımı için küçük hayvanların bazı kemikleri kullanılıyordu.
Kemiğe taşla şekil veriliyor, arkasına da bir delik açılıyordu. Ancak iğne
yapmak o dönem için gerçekten bir uzmanlık işiydi, her topluluk iğne yapmayı
başaramıyordu. Ve bundan 25.000 yıl öncesine gelindiğinde, iğne ve iplik
insanlığın karşısına elbise olarak çıkacaktı (85). Giyinmek, doğanın insan
vücuduna karşı doğrudan etkisini çok azaltıyor, dayanıklılığı artırıyordu.
Böylece soğuk günlerde insanı daha iyi koruyan giysiler yapılıyor ve o dönemin
temel sorunu, yiyecek bulma işi kolaylaşıyordu.
20.000 yıl öncesinde kuzeydeki buzullarla güneydeki kurak bölgeler
arasında insan hemen her yere yayılmış durumdaydı. Elli altmış kişilik kabileler
çok geniş bölgelerde neredeyse yapayalnız yaşıyorlardı. Erkekler güneşin
doğmasıyla birlikte silahlarını alıp avlanmaya çıkıyorlar, kadınlar ise
çevreden yenebilir türdeki her şeyi toplayıp geliyorlardı. Çocuklar mağaraların
önünde oynuyor, bebekler de içeride kabilenin tüm kadınların gözetiminde
bakılıyorlardı. Bebekliklerinden beri birlikte oynayan kızlar ve oğlanlar,
içinde cinsel öğelerin bulunduğu yeni oyunlar keşfediyorlar kimi zaman sessizce
ortalıktan kayboluyorlardı.
Akşam elleri dolu dönen avcılar ortalığın şenlenmesine neden oluyor,
hemen parçalanan etler ateşte pişiriliyor, gündüz toplanan meyve ve sebzelerle
birlikte günümüzdeki piknik alanlarını çok andıran bir yemek şöleni başlıyordu.
Avcılar, av maceralarını o anı yeniden yaşarcasına duygulanarak anlatıyor, yeni
yetişen gençler onları heyecanla dinliyordu. Yemek, tüm ormanı kaplayan ızgara
kokuları altında ve mağaranın önündeki ateşin ışığında gece yarısına kadar
sürüyor, genç çiftler birer ikişer kendi özel yerlerinde uykuya dalarken, daha
yaşlılar ertesi günü ne yapacaklarını tartışıyorlardı.
Kabilenin en yaşlı kadını aynı zamanda onların tümünün de büyük
annesiydi. Dolaysıyla saygı görüyor ve topluluk onun yönetimi altında varlığını
sürdürüyordu. Böylece, binlerce yıllık bir tartışma insanda farklı biçimde
yanıtlanmış, kabileyi kim yönetecek sorusunun yanıtı “en güçlü erkek” ten
“kabilenin annesine” dönüşmüştür. Tam bir iş birliği içinde yaşayan topluluk,
elde edilen kaliteli iş aletleri sayesinde giderek daha iyi beslenmektedir ama
aynı zamanda taş işleme uzmanlığı da avcılık kadar önemli bir iş kolu olarak
belirmeye başlamıştır.
Elbette her şey tozpembe değildi. Özellikle çocuklar söz konusu
olduğunda kabile bireyleri arasında tartışmalar çıkabilirdi. Ya da bir genç
kızın başka bir kıza davranışı kavgaya neden olabilirdi. Ama vahşi yaşam kabile
bireylerini öylesine meşgul ediyordu ki günümüzde görmeye alışık olduğumuz kimi
insan davranışlarıyla o günlerde pek karşılaşamazdınız. Onun yerine sürekli
çalışan, yiyecek peşinde koşan, çocuklarını büyüten ve onları eğitmeye çalışan
insanlar vardı. Dahası komşu kabilelerle
ilişkiler her zaman barış içinde olmayabilirdi. Yiyecek kaynaklarının ele
geçirilmesi bu günkü deyimle tam bir savaş nedeniydi ve avcıların bu kez
rakiplerini avlamak için giriştikleri kanlı kavgalar bundan 20.000 yıl önceki
yaşamın ne denli zorluklarla dolu olduğunu bize göstermektedir. İnsanların kendilerine ayıracakları bir
dakikaları bile yoktu.
Yaşlı bir adam ucu kabaca sivriltilmiş taşı dikkatle kargıya
yerleştirdi, sap kısmını, üç milimetre enindeki deri parçalarıyla sıkıca
bağlamaya başladı. Elde ettiği mızrağın boyu yarım metreden biraz uzundu. Bu
haliyle her hangi bir silah olarak kullanılması düşünülemezdi ve yaşlı adamın
da böyle bir niyeti yoktu. O, yeryüzünün ilk oyuncaklarından bir tanesini
geliştirmeye çalışıyordu. Mızrağı kendisini büyülenmiş gibi izleyen on
yaşlarındaki erkek çocuğa uzattı.
Kabilenin çocukları yeni geliştirilen oyuncaklarıyla mutlu olmuşlardı.
Minyatür mızraklarıyla büyüklerin av peşinde koşmalarını taklit ediyorlar,
hayali düşmanların üzerine saldırıyorlardı. Oyun çağının bu mutlu tablosu ne
yazık ki fazla uzun sürmeyecekti. Yanlış atılan bir taşın başka bir çocuğun
kafasına gelmesi, yavrusunu kanlar içinde gören annenin tüm mızrakları toplayıp
ateşe atması birkaç dakika içine sığıverdi. Ama olayları uzaktan izleyen
yetişkin bir avcı erkek, küçük mızrakların ne kadar kullanışlı olduğunu fark
etmişti. Hemen işe girişti.
Ertesi gün, ormanın kıyısındaki bataklık alanda su içen iri kuşlardan
birisi başına isabet eden küçük mızrakla cansız yere seriliyordu. Normalde asla
yakalanamayan bu kuşlar, o güne kadar hiç görülmemiş uzaklıktan atılan mızrakla
öldürülmüştü. Avcı erkek, akşama elinde dört beş tane ölü kuşla kabilesine
döndüğünde herkes şaşkınlık içinde kalıyordu. Güneş battıktan sonra düzenlenen
yemekte, büyük anne avcıya övgüler yağdırıyordu. Küçük çocukların oyuncak
mızrağı çok tehlikeli yeni bir silaha dönüşmüştü.
Beslenme sorununun çözümü daha iyi toplayıcılık ve avcılıktan geçiyordu.
Toplayıcılıkta gelişme sınırlıydı çünkü özel bir teknik gerektirmiyordu. Ama
avcılık öyle değildi. Daha keskin taş baltalar, daha sivri ve uzağa atılabilen
mızraklar hem avlanmayı kolaylaştırıyor hem de avcının riskini azaltıyordu.
Özel mızrak atıcıları geliştirildi, böylelikle ağır taş mızraklar birkaç metre
daha ileri fırlatılabiliyordu. O dönem
için bir metre bile önemliydi. Sonunda birileri daha küçük mızraklar yapıp
onları ağaçtan basit yaylara takarak daha da ileriye atmayı akıl etti. Yayın
yapımı için ona uygun bir ağaç dalı gerekir ama asıl önemli olan gergi işini
yapacak ince ve çok sağlam iplikçiklerin üretilmesidir. O zamanlar, dev
hayvanların vücutlarından bolca çıkarılan sinir lifleri olmasaydı ve birileri
bunları dikkatle gölgede kurutma işini geliştirmeseydi (87), binlerce yıllık
avlanma tekniğinin en müthiş buluş gerçekleşmeyecekti. Bu buluşun adı ok ve
yaydı.
Başlarda hafif eğimli bir dal parçasına ince lifler bağlanarak elde
edilen yayın, dayanıklılığın artırılmasıyla çok daha uzağa mızrak
fırlatılabileceğinin anlaşıldı (88). İyice küçülen mızraklar ise çoktan ok
adını almıştı bile. Artık ava giden avcının elinde yeni bir silahı vardı.
Hayvanları hiç ürkütmeden yüz, yüz elli metre öteden üzerlerine ok yağmuru
başlatabiliyorlar, çayırda otlayan hayvan ne olduğunu bile anlamadan cansız
yere seriliyordu. Daha tehlikeli olan yırtıcıları avlarken de avcılar önce
güvenli bir yere saklanıyor, buradan hayvanın üzerine oklarını arka arkaya
atmaya başlıyordu.
Ok ve yayın bulunuşu iki temel değişikliğe neden oldu. Birincisi artık
istenilenden daha fazla hayvanı avlamak mümkündü. İkincisi avlanma işlemi
eskiye göre daha kısa sürüyordu. Ve binlerce yıldan beri atalarımız ilk kez
kendilerine de zaman ayırmayı başarıyorlardı. Artık kadınlar daha kaliteli gen
için erkeklerle uzun süre ilgilenebileceklerdi. Kadınların, günümüz kadınlarına
tıpa tıp benzedikleri yani insan evriminin tamamlandığı dönem işte bu
günlerdir. Bundan yirmi bin yıl önceki buz çağındaki bir insanın beyni günümüz
insanınkiyle aynıdır ve kemik yapıları arasında da önemli bir fark kalmamıştır
(89). Buradan çıkan sonuç, mağara kadınlarının da günümüz kadınları kadar güzel
olduğudur.
Mağara kadınlarının yaşamı ok ve yayın geliştirilmesiyle eskiye göre
biraz rahatlamış gibidir. Artık et belli zaman aralıklarda da olsa ihtiyaçtan
fazla gelebilmektedir. Eskiden kuru kemiklerden başka hiçbir artığı kalmayan
hayvan vücutlarının kimi parçaları eski değerini yitirmiştir, mağaranın dışına
öylece atılıverirler. Bu olay zahmetsiz yiyecek kaynağı bulan başta vahşi
köpekler olmak üzere diğer hayvanları mağaranın yanına çekecektir. Yavrulardan
başlayarak birbiriyle ilişkiye giren insan ve köpek arasında daha önce hiç
görülmemiş bir dostluk başlamaktadır. Köpek çok az besinle yetinmekte buna
karşın insanla her alanda ilişkiye girebilmektedir. Mağaranın ağzını
beklemekte, tehlikeyi daha kimse fark etmeden algılayarak haber vermektedir.
Tavşan, kuş gibi küçük avlarda çok daha yeteneklidir ama avını insanla kolayca
paylaşabilmektedir. Atalarımız tarihte ilk kez mağaralarına birer köpek
edinmeye başlarlar (90). Köpeklerin evcilleştirilmesi en az ok ve yay kadar
önemli bir gelişmedir. Çünkü atalarımıza bazı hayvanların
evcilleştirilebileceğini göstermiştir. Keçi
yavrularını mağarada besleyip sonra onları acıktığınızda hiçbir av zahmetine
girmeden öldürüp bir güzel mideye indirmek mağara adamı için inanılmaz bir
teknolojik gelişmeyi simgeliyordu. Ama keçilerin mağaranın içinde
yaşayamayacakları ortaya çıktı. Çünkü hızlı üreyen bu hayvanlar bir süre sonra
mağarayı dolduruyor, atalarımızın yaşam düzenleri ciddi biçimde bozulmaya
başlıyordu. Onlara mağara dışında bir yer yapılmalıydı ama bu hayvanlar diğer
avcılara karşı savunmasız bırakılamazdı. Böylece her yönden güvenilebilir ve
mağaraya göre çok daha geniş alanlar düzenlenmesi zorunla hale geldi. Zaten
yeni beslenme teknikleriyle gelişen yaşam kalitesi de atalarımızı mağaralardan
dışarı çıkmaya, daha iyi düzenlenmiş alanlar oluşturmaya zorluyordu. Ama o
inanılmaz kış koşullarında bunu yapmak neredeyse olanaksızdı.
Belli bir yöne doğru gittiğinizde aralıklarla karşılaşacağınız hayvan
gübreleri bir sürünün oradan geçtiğini ve önünüzde ilerlemekte olduğunu
gösterir. Ayak izleri sürünün hangi hayvandan oluştuğu hakkında bilgi verir.
Böylesi izlerin bir kurt için hiçbir anlamı yoktur (50). Onun için ayak
izi, doğanın diğer şekillerinden
yalnızca bir tanesidir. Belirtileri değerlendirerek sonuca varmak zekanın tipik
göstergesidir. H. Ergaster’den itibaren atalarımız bunun çok güzel örneklerini
vermişlerdir. Ancak ortalıkta belirgin işaretler yok iken bunların
olabileceğini düşünerek ona uygun çalışmalar yapmak yalnızca H. Sapiense
aittir. Çünkü bunun adı hayal kurmaktır. İşte bu nedenle H.Sapiense gelinceye
değin tüm atalarımız sanat sayılabilecek hiçbir eser bırakmazken yirmi bin yıl
öncesinden bizlere gelen çok sayıda mağara resimleri vardır. Gördüğü bir
hayvanı daha sonra hayalinde yeniden canlandırarak onun resmini yapmanın temel
koşulu çok iyi bir bellek ve o belleği kullanabilecek hayal gücüdür.
Mağara resimleri bizlere atalarımızın gördüğü bir canlının resmini
yapmada nasıl usta olduklarını gösterdiği kadar başka bir şeyi de
anlatmaktadır. Resim yapmak her insanın başarabildiği bir beceri değildir. Yani
bazı insanlar resim yapmak için zaman harcarken bir başkası bunu akıl bile
edememektedir. Dolayısıyla insanların yetenekleri açısından birbirlerinden
ayrılmaları diğer hayvanlara göre çok daha belirgindir. Evcil hayvan
besleyenler bilir, aynı tür iki hayvan yakından bakıldığından çok farklı
yetenekler sunabilirler. Ancak bunlar temel yaşam biçimleri üzerinde çok da
etkili değildir. Oysa insanda yetenekler yaşam biçimini diğerlerinden ayıracak
kadar etkin kullanılırlar. Özellikle taş devri gibi yaşam güçlükleri içindeki
dönemlerde bu yetenekler büyük önem kazanacak, atalarımız arasında iş bölümü
görülecektir.
Yetenek elbette iş bölümünün temel nedeni değildir. Gerçekte
atalarımız avcılığa geçtikleri gün ilk önemli iş bölümü doğmuş, kadınlar basit
toplayıcılar olarak görev alırken erkekler av peşinde koşmaya başlamışlardır.
Ve ilk ressamlar mağara duvarlarını süslerken gerçekte pek çok yeni iş kolu da
gelişmesini sürdürmekteydi. Bunların belli bir düzen içinde çalışmaları giderek
daha önemli hale geliyordu. Liderlik doğal bir sonuç olarak gelişiyor, bu
noktada orta yaşlı kadınlar gençleri yönetmeye başlıyor, onları yaşam
alanlarını nasıl daha iyi düzenleyebilecekleri konusunda eğitiyordu. Ve yıllar
geçtikçe yaşlanan kadının toplum üzerindeki etkisi artıyor, bir süre sonra tek
kalan yaşlı büyük anne tüm toplumun doğal lideri haline geliyordu.
Bu dönemde bir başka buluş balık ağının keşfedilmesidir (41). O güne
değin balık avlamak için mızrak kullanılıyor bu ise her balığın tek tek
avlanması anlamına geliyordu. Oysa yeni geliştirilen ağ ile bir seferde
yüzlerce balığı avlamak mümkündü. Balık ağı tarihteki ilk örme kumaştır. Ev
işlerine göre evrimleşmiş kadın parmakları, avcılıkta uzman erkek eline göre
çok daha ince işleri yapacak durumdadır, örme işlemi kadınca bir eylemdir ve
çok büyük olasılıkla balık ağını örenler de kadınlardır. Denizler, göller ve
akarsular zaten balık doluydu. Balık ve deniz ürünleri bir kez daha temel
beslenme biçimi halini alacaktır.
İnsanlık tarihinin dönüm noktalarından bir tanesi bundan tam 12.000
yıl önce gerçekleşti ve buzullar yılda elli metrelik bir hızla kuzeye doğru
çekilmeye başladı. Sıcaklık artıyor, donmuş tundraların yerini sık ormanlıklar
alıyordu. Eskiden geniş ormanlıkların bulunduğu Kuzey Afrika çoraklaşıyor buna
karşın Asya, Ortadoğu ve Avrupa zengin yeni yaşam alanları olarak karşımıza
çıkıyordu. Ve binlerce yıldır mağaralarında kapalı kalan atalarımız kelimenin
tam anlamıyla dışarı fırladılar. Mağara yaşamı sırasında edindikleri
deneyimleri de kullanarak arka arkaya yeni teknikler geliştirmeye başladılar.
Bundan 30.000 yıl önce takvimi bulan atalarımız, onunla çok ilintili olmasına
karşın sayı saymak için tam 5.000 yıl beklemişlerdi. Oysa bundan 12.000 yıl
önce ılıyan ilklimle mağaralarından çıkan insan çok değil yalnızca 2.000 yıl
içinde dört duvarı olan kulübelere yerleşecek ve pek çok yeni mutfak
malzemesine imzasını atacaktır. Çömlek bu dönemin en önemli buluşlarındandır.
Kadınlar çömleklerden çok önceleri mutfak işlerinde kullanmak üzere
çeşitli kaplar yapmayı öğrenmişlerdi. Zaten mağara yaşamında yiyecek fazlasını
korumanın başkaca bir yolu da olamazdı. Dahası ağaçtan üretilmiş bu kapların
yanında bir de yemekleri pişirmekte kullandıkları çeşitli taş kaplar
bulunuyordu. Tahta kap yapmak kolaydı ama ateşe dayanıksızdı. Taşlar ise çok
zor işleniyordu. Sonunda birileri tahta kapların üzerini çamurla kaplayarak
ateşe dayanıklı hale getirmeyi denedi (91). Birkaç başarısız denemeden sonra
çamur kaplı tahta kaplar ortaya çıktı ama hemen anlaşıldı ki tahta kap olmadan
da çamura şekil verilip pişirilerek toprak kaplar yapılabilir. Çömlekler
kadınların mutfak yaşamını ciddi biçimde değiştirecek, yaşamı biraz daha
kolaylaştıracaktır.
Ama asıl gelişme obsidyen adı verilen bir çeşit volkan camıydı. Her
yerde bulunmuyor, patlayan volkanlarda lavların aniden soğumasıyla meydana
geliyordu. Ve tüm camlar gibi düzgün şekilde kırıldığında bir tarafı ustura
kadar keskin oluyordu, böylesi keskinliği başka hiçbir şekilde elde etmeniz
mümkün değildi. Bununla daha iyi bıçaklar, baltalar ve mızraklar yapılabilirdi.
Ama en önemlisi alet yapan aletlerin yani üretim araçlarının daha kaliteli hale
gelmesi, bunun doğal sonucu olarak da üretimin her yönden artmaya başlamasıydı.
Ağaç ve toprak işçiliği yeni gelişmeler ışığında hem daha iyi ve sağlam ürünler
veriyor hem de üretimin sayısı artıyordu.
Burada önemli bir noktayı vurgulamamız gerekmektedir. Yukarıda saydığımız gelişmeler dünyanın her
köşesine eşit olarak dağılmış değildir. Kimi insanlar ok ve yaydan habersizken,
kimileri çoktan mağaraları terk etmiş, yeni evlerine yerleşmeye başlamışlardı
bile. Ok ve yayı bilen bazıları ise bir türlü çömlek yapmayı akıl edemiyor,
gelişmeleri o noktada çakılıp kalıyordu. Böylece dünyanın bazı bölgelerinde
insanlar giderek hızlanan bir teknolojik gelişme içine girerken bazıları da
bulundukları yerde 17. yüzyıla kadar hiç değişmeden kalacaklardı.
Yorumlar
Yorum Gönder