4.Bölüm - İnsanın ataları
4. İnsanın Ataları
Havaların soğuması, ormanlık alanların küçülmesi ve burada kalan
hayvanların açık alanlara doğru itilmesi günlük ya da ansızın gerçekleşen bir
olay değildir. 35 milyon yıl öncesinden başlayarak yaklaşık 30 milyon yıllık
bir süreçtir. Dolayısıyla dünya günümüz şeklini almaya başladığında, eski
duruma göre evrimleşmiş canlılar yok olurken, yeni türler ortaya çıkmaktadır.
Güneş henüz tepeye ulaşmamıştı. Gökyüzü
parlak ve bulutsuzdu. Büyük ormanın kenarındaki ağaçlarda bir gurup primat yeni
olgunlaşan meyvalarla karnını doyuruyordu. Hepsi on kadardı, iki tane dişinin
sırtında bebekleri vardı. Boyları bir metreyi bile bulmayan bu küçük hayvanlar,
ürkek tavırlarla ağaçtan ağaca dolaşıyor, bir yandan olabildiğince hızlı
beslenirken, diğer yandan en küçük sesle dikkat kesiliyorlardı. Böyle
davranmakta haklıydılar çünkü oldukça sık saldırıya uğruyorlardı. Üst dallarda
yaşayamayacak kadar iri ama alt dallarda diğer maymunlarla başa çıkamayacak
kadar çelimsizdiler. Bu nedenle bir noktada çok uzun süre durmuyor, sürekli
olarak yer değiştiriyorlardı. Ama bu gün üzerine yerleştikleri meyve ağacı
öylesine hoş ürünler sunuyordu ki, oradan bir türlü ayrılamadılar. Ve iri
maymunlar fırsatı kaçırmamış, onları kuşatmaya başlamıştı. Aylardan beri bu anı
bekliyorlardı. Eğer bir gurup kuş telaşla havalanmasa, çelimsiz primatların hiç
birisi yaklaşan tehlikeyi tahmin bile edemezdi. Kuşlar hep birlikte
havalandılar ve ortalık karışıverdi. Primatlar avcıları fark ettiler, çığlık
atarak kaçıştılar. Ormanın içlerine doğru gitmek isteyenler yolun iri
maymunlarca kesildiğini görüp, açık alanlara yöneldiler.
Saniyeler içinde otlar arasında müthiş bir
kovalamaca başlamıştı. İri maymunlar primatlar kadar usta koşucular değildi, bu
nedenle yaklaşık bir kilometrelik yarışın sonunda avlarına yetişemeyeceklerini
anladılar. Ama onları durduran başka bir şey vardı. Çıkan gürültüye kulak kabartan kalabalık kaplan
ailesi de oraya doğru yaklaşıyordu, bu hayvanlar maymunlardan kat kat daha
hızlıydı. Biraz önceki avcılar şimdi av olmuş, tüm güçleriyle ormana ulaşmaya
çalışıyorlardı. Üstelik iri yarı gövdeleri ve siyah tüyleri onları daha iyi
hedef durumuna getiriyordu. Birer ikişer kaplanların pençelerine teslim
oldular. Çelimsiz primatlar ise otların arasına karışarak hızla oradan
uzaklaştılar. Kaplanlar hayatlarını kurtarmıştı ama her zaman bu kadar şanslı
olmayabilirlerdi.
Öyküde geçen primat türü dikkatimizi çekmelidir. Ormanın hemen
kıyısında yaşamak zorunda kalan çelimsiz, beden olarak ormandaki goril
benzerleriyle asla baş edemeyecek, açık alanda ise hiç de hızlı olmayan bu
canlı belli ki bir süre sonra dünya tarihinden çekilecektir. Ancak onun bir
şansı vardır. Orman tarafından hücuma uğradığında açık alanlara kaçacak kadar
çeviktir. Güçlü maymunlar onları açıklarda izleyememektedir. Açık alanlardan
gelen saldırılarda ise hemen ormana dalmakta, dallar arasındaki hareket
yeteneği ile de tehlikeyi atlatmaktadır. Böylece ormanlar giderek küçülürken bu
canlı türü de hayata asılmakta, varlığını sürdürmektedir. Ama durumu pek umutlu
değildir. Çünkü ormanlık alanlar küçülmektedir ve bu hayvanlar giderek daha
uzun zamanları orman dışında geçirmek zorunda kalmaktadırlar. Dolayısıyla
beslenme rejiminde ciddi değişiklikler olur. Meyve, yaprak, kabuk ve böcek gibi
geleneksel orman ürünlerinin yanında, kök, yumurta, hatta kuş ve fare gibi
küçük hayvanlar da besin olarak kullanılmaya başlanır. Bu ise ciddi bir protein
fazlalığı demektir. Proteinler canlıların gelişmesinde son derece önemli
kimyasallardandır. Hem hücre yenileyici olarak kullanılır hem de gerektiğinde
enerji kaynağıdır. Bu çok yönlü beslenme
orman kenarlarının çelimsiz primatını giderek daha iyi avcı olmaya yönlendirir.
Ama açık alanlarda zaten milyonlarca yıl önce evrimleşmiş saf kan avcılar
vardır. Özellikle kedi ve köpek türleri avcılıkta neredeyse tüm gelişmelerini
tamamlamışlardır. Kulaklar hareketlidir.
Öne ve arkaya doğru çevrilebilir. Böylece hayvan çevresindeki tüm sesleri
hatasız olarak duyabilir, yerini saptayabilir. Gözler harekete uzmanlaşmıştır.
Renk seçimi kötüdür ama o renksiz dünyada en küçük bir hareket gri tonlar
arasında dengesizliğe, dolayısıyla hayvanın hareketi hemen fark etmesine yol
açmaktadır. Koku alma duygusu ise inanılmazdır. 20–25 kilometre ötede bulunan
hayvanın kokusunu alabilmekte, kaçan bir yavruyu çok uzaktan izleyebilmektedir.
Köpeğin koku alma duyusu insanınkinden tam kırk kat daha gelişmiştir (24).
Kediler kısa mesafelerde büyük hızlarda koşabilirken, köpekler dayanıklı birer
maratoncudur. Ama bunlardan çok daha önemli bir nokta vardır. Hem kedigiller
hem de köpekler öldürücü silahlar geliştirmişlerdir. Güçlü çeneler, sivri ve
çok sağlam dişler, kedilerde ucu kıvrık hançer görevi yapan pençeler onları
neredeyse yenilmez yapmaktadır. Açık alanların avcıları üstün silahlarla
donanmakla kalmamış, vücutlarını da buna göre yeni baştan düzenlemişlerdir. Avı
bulduklarında karınlarını tıka basa doyurabilirler. Kurt bir defada kendi
ağırlığının beşte biri kadar yemek yiyebilir ve bunun ardından gelen uzun
süreli açlık dönemine dayanabilir. Avcılar aynı zamanda iyi birer yiyecek
stokçusudur. Açlık dönemlerinde kullanılmak üzere avlarından bir parçasını
saklamayı öğrenmişlerdir (24).
Bizim yarı orman yarı açıklıkta yaşayan çelimsiz primatımız ise köpek
ve kedi türleriyle baş edebilecek durumda değildir. Koku duyusu yerine görme
yeteneğini geliştirmiştir. Bu nedenle yüzündeki tüm uzun çıkıntılar, görme
alanını engellememek üzere yassılaşmıştır. Ormanda görmek, koku almaktan daha önemlidir. Ayrıca renk
ayrımı et yiyicilerine göre kıyaslanmayacak kadar gelişmiş, hareketsiz duran
cisimleri ayırmak üzere uzmanlaşmıştır. Ama bu yeteneğin ona açık alanlarda pek
de yardımcı olacağı söylenemez. Koku alma organları yeterli değildir. Çünkü
ormanlık alanlarda kokular daha kalıcı olup öyle çok uzaklardan gelen kokuları
ayırt etmeye gerek yoktur. Gelişmiş sayılabilecek bir işitme duyusundan söz
edilebilirse de, kulaklar hareketsiz olduğundan yalnızca belli bir anda, belli
bir yönden gelen seslere duyarlıdır. Tat alma duyusu ise tüm etçillerden çok
daha iyidir ve primatlarımız şekerli yiyeceklere eğilim göstermektedirler (25).
Ancak tat alma duygusunun ona açık alanda bir yararı yoktur.
Primatların fiziksel yapısı onları iyi birer ağaç tırmanıcısı yapacak
biçimde gelişmiştir. Buna karşın dayanıklı ve güçlü değillerdir. Beş parmaklı
el kavramak için mükemmel iş görürken, ellere çok benzeyen ayakların yürümeyi
düzenlemesi o kadar da kolay olmamaktadır. Ne kediler gibi hız rekoru peşinde
koşabilirler ne de köpekler gibi maratoncudurlar. Kemirgen dönemden kalan küçük
dişleri silah olarak pek de işe yaramaz. Ellerindeki tırnaklar tuttuğu yeri
sağlamca kavraması için yassılaşmış olduğundan avlanmada kullanılamaz.
Beslenmek adına öldürmek primatların temel davranışları olmamıştır, doğal
öldürücü silahların çoğundan yoksundurlar. Bundan başka sindirim sistemleri bir
defada büyük miktarlarda yiyeceği tüketmelerine elverişli değildir. Tersine,
primatlar bütün gün sürekli olarak bir şeyler atıştırır dururlar. Orman yiyecek
dolu olduğundan, onları saklamak gibi bir davranış da göstermezler (23).
Ormanların kıyısında yaşayan ve giderek açıklık alanlara doğru kovulan
bu çelimsiz primatımızın neslini koruması çok zor görünmektedir. 5 milyon yıl
öncesine geldiğimizde havaların soğuması devam etmekte dünya hızla bir buzul
çağına girmektedir. Bu da suların çoğunun buzul olarak yüzeyde birikmesi ve
deniz seviyesinin düşmesi demektir. Kuraklık nedeniyle ormanlar biraz daha ekvatora
doğru çekilmiş, eski sulak ve ormanlık alanlar yerlerini çorak düzlüklere
bırakmıştır. Göçler yoluyla hayvanlar değişik kıtalara yayılmış, yeni
evrimleşmiş kedi ve köpek türleri, eski çağlardan kalan pek çok türü ortadan
kaldırmıştır (26).
Çelimsiz primatımız ormanların daha da azalmasıyla zamanın çoğunu açık
alanlarda geçirmeye başlamıştır. Yiyecekler artık hemen uzanabileceği yerlerde
değildir. Açıkta bulabildikleri her şeyi yemek zorunda kalırlar. Böylece
bitkisel beslenme rejimi giderek etçil hale gelir ve yeni bir tür, açık alanda
yaşayan avcı primat ortaya çıkar. Ama yukarıda da belirttiğimiz gibi açık
alanlarda iki temel tür, köpekler ve kediler büyük üstünlük kurmuş durumdadır.
Şimşek gibi hızla ileri atılabilirler ya da kilometreler boyunca durmadan
koşabilirler. Gerçekte kedi ve köpeklerin bu şekilde evrimleşmesinin nedeni,
avların da aynı biçimde dayanıklı ve güçlü olmasından kaynaklanmaktadır. Bir
antilobun kısa sürede nasıl yüksek hızlara çıkabildiğini belgesel izleyicileri
birçok kez görmüştür. Dolayısıyla primat atamız açık alanda avcılık yapacak
hiçbir fiziksel araçla donatılmış değildir. Bu ise türün avcı değil, kolay av
haline gelmesi ve kısa sürede yok olması demektir. Şüphesiz, işin başında pek
çok primat usta avcıların kurbanı da olmuştur.
Açıkta yaşayan primatlar daha dolaylı yöntemler kullanarak beslenmeye,
hayatta kalmaya çalıştılar. Hem avcılara görünmeden yaşamak hem de besin
kaynaklarına ulaşmak çok farklı davranış biçimlerine yol açıyordu. Kimi zaman
bir dişi sürünün diğerlerinden tamamen farklı buluşlarla öne çıkıyor, gelişme
diğer primatlar tarafından hemen kopyalanmaya başlıyordu. Dişilerin gelişmeyi
sağlayacak biçimde öne çıkmalarının nedeni çok basitti. Hamilelikten itibaren
dişiler erkeklere göre oldukça farklı bir yaşam biçimine geçiyor bu ise daha
fazla sayıda deneyim anlamına geliyordu. Hepimizin bildiği gibi deneyim,
ilerlemenin de temel taşları arasında önemli bir yer tutuyordu. Gerçekte ortaya
çıkan şey diğer canlıların hiç bilmediği yepyeni bir başlangıç anlamına
geliyordu.
Yirmi kadar primat seyrek ağaçlarla dolu düz alanın yanından geçen
ırmağın kenarına oturmuş tembelce tüylerini temizliyordu. Bit ayıklamak hem bir
rahatlama hem de statü aracıydı. Kimsenin ilgilenmediği genç bir dişi oturduğu
ağacın altından yukarıya doğru baktı, dallar ve yaprak arasında öylece duran
meyveyi fark etti. Topluluk dünden beri bir şey yememişti ve genç dişi ani
hareketin tüm topluluğun o meyveye hücum etmesine neden olacağını, sonuçta
kendisine hiçbir şey kalmayacağını biliyordu. Sakince yerinden kalktı, ağacın
arkasına dolanıp yukarıya doğru tırmanmaya başladı.
Aynı anda hemen yandaki ağacın üst dallarında duran genç bir erkek
primat da meyvaya doğru ilerliyordu. Tıpkı dişi gibi o da kimseye sezdirmeden
sessizce oraya doğru ilerlemeye çalıştı. İkisi de hedeflerine on beş metre
kadar yaklaşmışlardı ki birbirlerini gördüler. Dişi alt dallardan, erkek üst
taraftan büyük bir hızla koşturmaya başladı. Üstten gelen erkek avantajlı
gibiydi. Dalın üzerinde birkaç metre ara ile dişinin önüne geçmeyi başarmıştı
ki tam bu anda dişi aniden geriye döndü, arkasını havaya kaldırdı. Cinsel
organı tüm haşmetiyle erkek primatın önüne açılmıştı. Meyveye uzanmak üzere
olan erkek bir an için şaşırdı, duraksadı. Bu da dişinin tam aradığı fırsattı.
Çevik bir hareketle yerinden dönüp, erkeğin yanından geçti ve meyveyi kaptığı
gibi hemen yandaki dala fırladı. Dişi bir yandan telaşla ödülünü yiyor, bir
yandan da kaçıyordu. Erkek ise şaşkın bakakalmıştı.
Normalde hiçbir primat başkalarını kandırmaya çalışmaz. Ama açıkta
yaşayan bu çelimsiz tür, yaşamak için diğerlerinde olmayan özellikler kazanmak
zorundadır. Yukarıdaki öyküde anlatılan dişinin davranışı farklı bir zeka
türünün habercisidir.
Ormanda yaşamak iki ayak üzerine kolaylıkla yükselebilmek demektir.
Çünkü sık dalların arasında dikey durmak, yatay ilerlemekten daha kolaydır.
Üstelik yukarıya doğru hareket arka ayaklar üzerine kuvvetle basabilmeyi
gerektirmektedir. İki ayak üzerinde durmak açık alanda da işe yarar çünkü uzun
otların üzerinden daha geniş bir alan gözetlenebilir. Ayrıca savunma açısından
da avantaj sağlar çünkü ön ayaklar başka bir şey yapmak üzere boş durabilir.
Yani, atalarımız becerikli avcılar karşısında pek o kadar da çaresiz
değillerdir. Ön ayaklarını arka ayaklardan çok daha farklı biçimlerde
kullanmak, “el” kavramını oluşturmak dönemin en önemli gelişmelerindendir.
Çünkü el biraz sonra savunma araçlarından yararlanmaya başlayacaktır. Çelimsiz
primatımız önce diğer hiçbir hayvanda görülmeyen bir sosyal yaşam, birlikte
savunma düzeni kurmaya başlar.
Primat topluluğu taşlık bir arazide ağır adımlarla yürüyordu, iki
gündür doğru dürüst bir şey yememişler, rastladıkları her yerde su içerek
açlıklarını bastırmaya çalışıyorlardı. Baskın erkek en öndeydi ve öğle güneşinin
aşırı aydınlattığı uçsuz bucaksız düzlükte burnuna gelen hafif bir leş
kokusuyla olduğu yerde durdu. Dikkatle havayı kokladı, kaynağı bulmaya
çalışıyordu. Sonra hızlı adımlarla ileriye doğru yürüdü. Karınlarını doyurma
umuduyla bir anda canlanan topluluk da onu izliyordu. Kokunun şiddeti arttıkça
hızlı adımlar sıklaştı, koşuşturmaya başladılar. Koşar adımlarla tepeyi aştılar
ve önlerine serilen manzara karşısında oldukları yerde kala kaldılar. İki tane
dev kaplan bir leşi yemekle meşguldü. Ve topluluktaki primatların hiç birisi
onlarla baş edecek güçte değildi.
Kaplanlar davetsiz misafirlerini görünce başlarını salladılar. Sanki;
“Gelmeyin, yoksa
kötü olur” der gibiydiler.
Primatlar şeflerine baktılar, ona göre karar vereceklerdi ve ilk
işaretle kaçmaya başlayacaklardı. Ama şefin kaçmak gibi bir niyeti yoktu. Tam
tersine tehditkar bakışlarını kaplanlara dikmişti. Ellerini havaya kaldırdı,
avazı çıktığı kadar bağırdı. Diğer erkekler yavaşça çevreye dağılıyorlardı.
Uzaktan bakan birisi onların kaçmaya hazırlandıklarını düşünebilirlerdi.
Kaplanlardan birisi sesin geldiği yöne baktı, şef primat ile göz göze
geldi. Bu küçük yaratığın ona meydan okuduğuna inanamadı. Tek bir pençe
darbesiyle onu iki parçaya ayırabilirdi. Yavaşça yerinden doğruldu. Kokmuş leş yerine
taze et yemek hiç de fena fikir değildi. Yalanarak ağzının kenarındaki yemek
bulaşıklarını temizledi, ağır adımlarla kendiliğinden ayağına kadar gelen avına
doğru yürüdü. Onu öldürecek, şefini kaybeden topluluk da dağılacaktı. Bu sahne
milyonlarca yıldan beri milyarlarca kez tekrarlanmıştı.
Kaplan av koşusuna başlamak üzereydi ki şef primatın hemen yanında
ikinci bir erkek daha belirdi. O da avazı çıktığı kadar bağırarak kaplana doğru
hamle yaptı. Kaplanın kafası karışmıştı, çünkü daha önce iki tane şef erkeği
olan bir topluluk hiç görmemişti. Ama ikisiyle de kolayca baş edecek güçteydi o
nedenle çok da etkilenmedi, yürüyüşünü sürdürdü. Ne var ki duyduğu üçüncü bir
haykırışla olduğu yerde kaldı. Üstelik sesler giderek artıyordu. Kaplanlar
şaşkınlık içinde karşısında zıplayıp duran topluluğa bakıyordu.
Şef primat çığlıklar atarak kaplana saldırdı. Diğerleri de onu
izlediler. İnanılmaz bir gürültü çıkıyor, toz bulutu içinde neyin ne olduğu
anlaşılmıyordu. Kaplanlar hiç ummadıkları bu tepki karşısında ters yüz geriye
dönüp kaçmaya başladılar. Erkekler bir süre onları kovaladılar. Bu sırada
dişiler büyük bir beceriyle ele geçirdikleri leşi parçalıyorlardı.
Ormanın tek bir erkeğe bağlı ama bireylerin bağımsız hareket ettiği
toplumu, herkesin bir arada savunma yaptığı daha iyi düzenlenmiş topluluklara
dönüşüyordu. Bu zorunluydu çünkü eski sistem, kendisinden daha iyi donanıma
sahip avcılar tarafından saldırıya uğrayan sürünün baskın erkeğinin öne
çıkmasına ama kolaylıkla imha edilmesine neden oluyor, sürü hızla kaliteli
erkek kaybına uğruyordu. Çözüm, erkeklerin daha iyi organize olmaları ve
dişilerin de bunu desteklemeleriyle geldi. Artık erkeklerin her birisi sanki
baskın erkekmiş gibi ileri atılıyor, gerektiği hallerde dişiler de onlara
katılıyordu. O dönemin avcıları hiç alışık olmadıkları bu savunma karşısında
gerilemeye başladılar. Dışarıdan gelen tehdidin büyüklüğüne göre çelimsiz
primat ilk başarısını sağlamıştı. Dört milyon yıl öncesine geldiğimizde artık
dimdik ayakta duran bir primat açık alanlarda boy gösteriyordu. Bilim
adamlarınca insanın atası olarak kabul edilen bu hayvana Ostrapitekus Afarensis
adı verildi (27).
4.1 İnsanımsılar
4.1.1 Afarensis
Afarensis 150 santimetreye ulaşan boyu ile kurumuş uzun otlarla kapla
açık alanlarda oldukça geniş bir görüş alanı sağlayabiliyordu. Beyni bizimkinin
ancak üçte biri büyüklüğündeydi. Gecelerini ağaçlar üzerinde geçiriyor, sabah
olunca bol su içme gereksinimini karşılamak üzere dere kenarlarına iniyordu.
Henüz çok düzgün sayılacak adımlar atamamasına karşın artık günün büyük
bölümünü iki ayak üzerinde geçirmeye başlamıştı. Beslenmesi, sürekli gelişen
avcılık yeteneğine karşın hala bitki ve böceklere dayanmaktaydı. Dişiler
bebeklerini büyütmekte, kendileriyle birlikte onları da beslemektedir. Topluluk
tıpkı ormanlarda olduğu gibi güçlü bir erkek tarafından yönetilmektedir. Ancak
erkekler arasındaki ilişki daha kuvvetlidir, lider erkek savunma gibi bazı
durumlarda diğer erkeklerle yönetimi paylaşmaya başlamıştır (28). Besin
kaynakları çok önemlidir, buraların ele geçirilmesi için adeta savaş verilmesi
gerekmektedir. Her primat topluluğu neredeyse yirmi kilometre kareyi bulan bir
yaşam alanına sahiptir, kimi zaman topluluklar bu alanların sınırlarında
birbirleriyle karşılaşsalar da çoğunlukla gürültülü bağırışlardan başka bir şey
olmamaktadır. Asıl tehlike kuvvetli avcılar olan kedi türleridir. Onlara karşı
savaşta yapılacak tek şey, daha dik bir duruş ve silah kullanmaktır. Ama bunun
için neredeyse iki milyon yıl daha geçmesi gerekecektir. Üstelik yaşam koşulları
son derece zor olup, iklimler sıcak ve soğuk dönemler arasında gidip
gelmektedir, genel eğilim soğuma yönündedir. Bundan iki milyon yıl öncesine
geldiğimizde buzul çağına girilir, deniz seviyeleri düşer. Amerika ile Asya
arasında köprü oluşur. Akdeniz’de sular çekilir, geniş otlaklar her yeri
kaplar. Büyük ormanlar bir kez daha geriler. Hayvanlar ortaya çıkan otlakları
doldururlar ve pek çok yeni tür görülür. Otla beslenen hayvan cinsleri artar,
bunları avlamak üzere avcılar gelişir. Tüm bu olaylar elbette primat
atalarımızı da etkiler ve Afrika’da Afarensis’e göre daha dik yürüyebilen
birkaç yeni insanımsı türü çevrede dolaşmaya başlar.
4.1.2 Parantropus Boisei
Bu tür Afarensis’in 400 cm3’lük beynine göre daha büyük, 500-550 cm3, beyin hacmine sahiptirler (29).
Bu onların zekalarını artırır. Boiseilerin boyu 120-140 cm arasında olup
erkekler dişilere göre çok daha iri yapılıdır. Lider erkek sürüyü bir arada
tutar ve tüm dişilerin sahibidir. Zekanın gelişmesi, kaliteli gen arayışında
dişiye yeni olanaklar yaratacak düzeyde değildir. Dişiler günlerini, güçlü
erkeğin himayesinde bol bol bebek doğurarak, onların yetiştirilmesiyle
uğraşarak geçirmektedirler. Kaliteli gen
kavramı hala “güçlü olan kalitelidir” düşüncesine bağlıdır.
4.1.3 Homo Habilis
İki milyon yıl öncesine gittiğimizde görebileceğimiz insanımsı
maymunlardan bir tanesi de Homo Habilistir. 90-110 cm boyunda ince narin
görünümlü bir hayvandır. O güne değin çevrede yaşayan diğer primatlar hep
ormana yakın durmuşlar, ağaçlık alanlarda yaşamayı tercih etmişlerse de Homo
Habilis tamamen açık alanda yaşamına sürdürebilmektedir. En önemlisi ise leş
yiyici olmalarıdır.
Yukarıda anlattığımız Boiseiler özel bir beslenme rejimine sahip tek
yönlü beslenen ve bu nedenle de daha fazla evrimleşemeden ortadan kaybolan bir
türdür. Halbuki Homo Habilis aç kalmamak için bulabildiği her şeyi yiyebilmektedir. Hayatta kalmaları,
araştırıcılıklarına ve uzun mesafelerde yiyecek peşinde koşmalarına bağlıdır.
Habilisler kuru otla beslenecek biçimde evrimleşmek yerine kendilerine uyan
yiyecek bulma yolunu tercih etmişlerdir. Bu ise onları kimi zaman yok olma
tehlikesinin kıyısına getirmiştir. Üstelik yetenekli bir avcı olmadıklarını
birçok kez yinelemiştik. Dolayısıyla o dönemde hayatta kalmanın yolu, leş yiyiciliğinden
geçmektedir, Habilis’ler de öyle yaparlar.
Bu çelimsiz görünüşlü hayvanın beyin hacmi
300-350 cm3 kadardır. Açık alanda yiyecek arayarak dolaşmak aynı zamanda her an
için av olmak anlamına geldiğinden toplumsal yaşamda yeni bir savunma düzeni gerekmektedir.
Bir yandan sosyal yaşam gelişirken öte yandan alet yapımı da görülmektedir.
Homo Habilis dünyada ilk alet yapan canlı olarak kabul edilmektedir. (30) Çok ayrıntılı olmayan ancak işe yarar taş
parçalar etlerin sıyrılmasında, kemiklerin kırılmasında kullanılmış giderek
savunma silahları ortaya çıkmıştır. Taş araçları kullanmak yiyecek kaynaklarına
daha kolay ulaşmayı sağlamaktadır. Daha önce avlanamayan bazı hayvanların
avlanabilir hale gelmesi, ileride ortaya çıkacak çok yetenekli bir avcının
habercisi gibidir (30). Beyni her ne kadar küçük görünüyorsa da, vücut beyin
oranı açısından gerçekte iyi durumdadır ve bu nedenle çevrelerindeki diğer
insanımsılara oranla daha zeki yaratıklardır.
4.1.4 Homo Rudolfensis
Aynı dönemde yaşamış bir başka insanımsı
Homo Rudolfensistir (31). Habilise göre çok daha iridir ve yine çağdaşı
Avustralopitekus Afrikanus’a benzemektedir ki Afrikanus aynı zamanda
Boiseilerin atasıdır.
1.8 milyon yıl öncesine baktığımızda
dünyada buzul çağı sürmektedir. Ancak arada ılıman, hatta sıcak dönemler de
olmakta, bunun sonucu deniz seviyeleri sürekli değişmektedir. Dünyaya dev
memeliler hakimdir, bütün kıtalara yayılmıştır. Kuzey Amerika, Avrupa ve
Asya'da kılıç dişli kaplanlar, mamutlar, kürklü gergedanlar, uzun boynuzlu bizonlar,
mastodonlar, dev kurtlar, develer; Avustralya'da dev kanguru ve vombatlar;
Güney Amerika'da fil boyutlarında dev tembel hayvanları, dev armadillo benzeri
gliptopontlar, o dönemde görebileceğimiz büyük boyutlu hayvanlardandır (32).
Dolayısıyla açık alanlarda yaşamak avcılıktan çok av olmak anlamına
gelmektedir. Ya da avcılık için daha da gelişmiş tekniklere gereksinim vardır.
Bunu ise ancak zeki bir yaratık yapabilir.
4.1.5 Homo Ergaster
Homo Ergaster ortaya çıktığında şeker
kamışıyla beslenen Boiseiler varlıklarını sürdürürken, Rudolfensis ve Habilis
türünden insanımsılar yerlerini yeni bir türe bırakırlar. Dünyanın yeni
sakinlerine günümüz bilim adamları “Homo Ergaster” adını verirler. Kabaca
çalışkan insan anlamına gelmektedir. Kafatası 880 cm3 olarak ölçülmüştür, o
yıllarda dünyanın en zeki varlığıdır. Sıcak ve kurak bir dönemin ürünüdür. İlk
burun çıkıntısı onda görülür (33). Ve bu primat türü tamamen tüysüz, yani
çıplaktır.
Ergaster’in neden tüylerini yitirdiği
konusu uzun süre bilim adamlarını meşgul etmiştir. Çünkü tüysüzlük insanı diğer
tüm primatlardan ayıran son derece belirgin özelliktir ve memeliler içinde çok
az hayvan tüylerini bir şey uğruna feda etmiştir. Örneğin yarasaların kanatları
tamamen tüysüzdür. Ama vücutlarındaki tüyleri korumuşlardır. Denizde yaşayan
tüm memeliler tüylerini atmışlardır çünkü tüyler yüzmeyi zorlaştıran etmendir.
Karada yaşayan ve tüylerini kaybeden fil vardır ama o da devasa boyutu yüzünden
ciddi ısınma sorunları yaşamaktadır. Yani insan boyutunda olup da tüylerini
yitiren bir başka hayvan hiç yoktur. O halde insan nasıl olmuş da tüylerini
yitirmiştir? Gerçi merceklerle baktığımızda tüm vücudumuzun baştan aşağıya
kıllarla kaplı olduğunu görürüz ama burada söylenmek istenen şey elbette bu değildir.
Biz, göze görünen, tıpkı maymunlarda, gorillerde olduğu gibi vücudumuzu tamamen
kaplayan bir örtüden söz ediyoruz.
Bu konuda pek çok kuram bulunmaktadır.
Örneğin kimileri insanın gerçekte suda yaşayan bir memeliden evrimleştiğini
ileri sürmüşler, kimileri de maymunlardaki belli bölgelerin tüysüzleşmesini
örnek gösterip konuyu cinsel çekicilikle açıklamaya çalışmışlardır. Oysa
tüysüzlüğün nedeni fizikte çok iyi bilinen bir yasanın sonucudur. “Çalışan
makine ısı yayar” Eğer her hangi bir enerjiyi, harekete dönüştürüyorsanız, bu
işlem sonunda mutlaka ısı açığa çıkar. Bildiğiniz gibi insanın temel enerjisi,
kimyasaldır. Biz, karbon ve oksijenin tepkimesinden doğan enerjiyi kullanırız.
Kaslarımıza verilen hareket emri, solunum yoluyla aldığımız oksijenin yakılmasından
doğan enerji sayesinde yerine getirilir. Eğer daha hızlı hareket etmek
istersek, daha hızlı solumalı, yani daha çok enerji üretmeliyiz. İşte bu işlem
yan ürün olarak ısı açığa çıkarır, vücudumuz ısınmaya başlar ve artan
sıcaklığın soğutulması gerekir. Gerçekte oksijen soluyan tüm canlılar benzer
bir enerji biçimiyle çalışmaktadır. Homo Ergasterin yeryüzünde görüldüğü
dönemde açık alanlardaki avcılar iki temel tipte soğutma tekniği
kullanmaktadır. Birincisi kedilerde olduğu gibi belli bir zaman aralığında çok
hızlı hareket etmekte ve avını bu süre içinde yakalayarak işini bitirmektedir.
Başarısızlık halinde hayvan tekrar harekete geçmek için belli bir süre
dinlenmeli yani vücudunda biriken ısıyı atmalıdır. İkincisinde ise köpeklerde
olduğu gibi hareketler yavaştır, fazla ısı yaymaz ama tempo uzun süre
korunabilir. Bunlarda da av, avcıdan daha dayanıksız olduğundan gücü tükenmekte
ve yenik düşmektedir. Kediler hızlı hareket edebilmek için çok özel bir ayak
biçimi geliştirmişler, parmaklarının uçlarına basarak dolaşmayı öğrenmişlerdir.
Özellikle arka ayaklardaki kaslar son derece güçlü olup, hayvanı vücudundan
5-10 kat daha ileriye fırlatabilmektedir. Köpeklerde ise ağız yapısı özel bir
şekilde düzenlenmiştir. Temel kan damarları burada bulunmaktadır ve hayvan
sürekli hareket halinde iken fazla ısındığında ağzını açıp hızlı hızlı
soluyarak kanını soğutma şansı elde etmekte, böylece uzun süre yol
alabilmektedir.
Doğal koşulların Homo Ergasteri yetenekli
bir avcı olmaya zorladığı dönemde, ilk memelilerin ormanlardan açık alanlara
çıkmasının üzerinden neredeyse 60 milyon yıl geçmiş, hem kedi hem de köpek
türleri neredeyse son şekillerini almışlardır. Yani Ergasterin böyle bir yol
izleyecek biçimde evrimleşmesine yetecek zaman dilimi yoktur. Daha kestirme,
daha basit ama etkili bir yol bulunmalıdır. Aksi takdirde türün yok olması
kaçınılmazdır. İşte bu yol, vücudun deri yoluyla soğutulmasından geçmektedir ve
derinin üzerinde kalın tüy tabakası istenen bir durum değildir. Doğal olarak
tüylerin döküldüğü yerler, ısının yoğun şekilde açığa çıktığı noktalardır. Milyonlarca ter bezi, terleme yoluyla ısıyı
vücudun dışına atmaktadır. İleriye çıkık burun ise havayı nemlendirirken aynı
zamanda soğutmaktadır. Bu öylesine etkili bir soğutma sistemidir ki, dönemin
kurak ve çok sıcak günlerinde diğer hayvanlar gölgelik yer ararken Ergaster
kolaylıkla avlanmasını sürdürebilmektedir (34). Ancak, burada tek paragrafta
anlatılan olayların tam iki yüz bin yıl uzunluğundaki bir süreç olduğu akıldan
çıkarılmamalıdır. Gerçekte olaylar yavaşça ama sürekli olarak gelişen bir yol
izlemiştir. Homo Habilis giderek ısınan ve kuraklaşan iklimde yiyecek bulmak
için uzun yollar aşmaya başlamış, bunun sonucu vücudunun kimi yerlerindeki
kıllar dökülerek yerine ter bezleri gelişmiş olmalıdır. Kuşaklar boyunca
birbirine aktarılan terleme yeteneği, artan ihtiyaç nedeniyle giderek artmış ve
tüm vücudu kaplamıştır. Aradan üç yüz yıl geçtiğinde karşımıza çıkan insanımsı
artık Homo Habilis değil, Homo Ergasterdir.
Ergasterin çıplaklığı kadar iyice gelişmiş
beyni de ona büyük bir ayrıcalık kazandırmaktadır. Tüylerini dökerek yeni
bedenini edinirken aynı zamanda beynini de geliştirmiştir. Peki, ama beyin
nasıl büyür? Gerçekte beynimiz henüz anne karnında iken diğer organlara göre
daha hızlı bir gelişme gösterir. Dünyaya gelen bebek maymunun beyni gelişiminin
%75’ni tamamlamış durumdadır ve doğumdan sonraki altı ay içinde normal
büyüklüğüne erişir. Hâlbuki biz insanlarda doğduğumuzda beyin gelişiminin ancak %25’ini gerçekleştirmiştir ve
asıl gelişme doğduktan sonra gerçekleşir (35). Yeni doğmuş bebeğin kafa çapı 35
cm iken iki yıl sonra tam 50 cm’ye ulaşır. 19 yaşına kadar ise artış yalnızca 5
cm’dir (36). Üstelik bedenimizin gelişmesi, beynimize göre daha hızlıdır. İnsan
ortalama 12 yılda kendi bebeğini oluşturabilecek kadar gelişmektedir. Oysa
beyin büyümeyi neredeyse bir on yıl kadar daha sürdürecektir. Gelişimin
doğduktan sonra da sürmesine neoteni (35) denmektedir ve bunun en belirgin
örneği insanın kendisidir. Dolayısıyla insan yavrusu, doğduktan sonra var olan
koşullara göre kendi gelişimini sürdürme şansına sahiptir. Açıkça söylemek
gerekir ki, neoteni olmasaydı, insanın evrimi bu şekilde gelişemezdi. Homo
Habilisten başlayarak et yiyici bir avcı haline gelmesi öncelikle beynin vücudu
tam da koşullara uygun düzenleyebilmesine bağlıdır.
Ergaster et yiyici bir avcı olarak
geliştikçe yaşamı da bu türe benzemeye başlamıştır. Eskiden ormanda bütün gün
bir şeyler atıştırıp duran atalarımız artık belli aralıklarla yemek yemektedir.
Üstelik karınlarını tıka basa doldurmaya, hatta bazı durumlarda yiyeceklerini
depolamaya başlamışlardır. Ormanda yaşayan primatlar için beslenme bireysel bir
davranış biçimidir. Kimse bir başkasına yiyecek taşımaz. Halbuki avcı
olursanız, diğer bireyler için yiyecek taşımanız gerekir. Bu ise sürünün sabit
bir yerde kalmasıyla mümkündür. Belki de Aferensiten başlayarak tüm sürünün
belli bir alan içinde dolanması, giderek daha sosyal bir sürünün ortaya
çıkmasını sağlamaktadır. Üstelik bebekler uzun süren bir çocukluk dönemi yaşamakta,
bu sırada korunmaları gerekmektedir. Dişilerin görevi ise çocuklarına sahip
çıkmaktır.
H.Ergastere ulaştığımızda atalarımızın
karşılaştığı temel sorun, eski sürü lideri sisteminin ciddi biçimde sarsılmaya
başlamasıdır. Ergaster dişileri için kaliteli erkek tanımında bir değişiklik
olmamıştır. Sürünün en güçlü erkeği en kaliteli geni taşımaktadır. Ancak şimdi
bireyler daha zekidir ve taştan yapılmış basit silahlara da sahiptir.
Dolaysıyla eskinin gövde gösterilerinin yerini kanlı hesaplaşmalar almaya başlamıştır.
Gerçi güçlü erkek de aynı silahlara sahiptir ancak birbirine yakın güçlerde her
iki erkek de ciddi yaralar alabilmekte, deyim yerindeyse kaliteli genin görev
yapacak hali kalmamaktadır. Ancak H. Ergaster henüz temel içgüdülerden
sıyrılacak düzeyde zeki değildir. Dolayısı ile ufukta görülen korkunç bir
tehlike onlar için pek de tehdit oluşturmamaktadır. Gerçi dişiler eskiye oranla
daha etkin bir “gen” seçimi için hazırlığa girişmiştir ama açıkça söylemek
gerekirse zeka henüz en güçlü gen olduğunu kanıtlayacak düzeyde değildir. Yine
de toplumsal örgütlenme H. Ergasterin en önemli başarılarından bir tanesidir.
Üstelik daha güzel çekici dişilerin evrimleşmesinde de ilk basamak rolünü
üstlenmektedir.
Ergaster, yeni toplumsal yaşam biçiminin
verdiği özgüvenle yiyecek peşinde koşarken daha iyi yerler umuduyla bulunduğu
yeri terk ederek Nil nehri boyunca yukarıya doğru ilerlemeye başladı. Önce orta
doğuya oradan da Asya’ya yayıldı. Yeni iklimler, koşullar insanın yapısında
daha ileri değişimlerin habercisidir. Böylece farklı koşullarda farklı türlerin
ortaya çıkması sağlanabilir. Afrikalı Ergaster binlerce yıl sonra bile aynı
yerde kalırken, Asya ve Avrupa’ya yayılmış akrabaları yeni koşullarda yeni
türler geliştireceklerdir. Asyalı yeni tür Homo erektüstür. Yani dik duran
insan.
4.1.6 Homo Erektus
Homo Erektus’a geldiğinizde çeşitli kaynaklar arasında farklı
görüşlerin ortaya çıktığını görürsünüz. BBC yapımı Walking with Caveman
belgeselinde, Homo Erektus’un yalnızca Asya’nın bambu ormanlarında yaşayan bir
insanımsı olduğu anlatılmaktadır (37).
Oysa internette Erektus’un iki
milyon yıl ile beş yüz bin yıl öncesinde yaşayan bir tür olduğu
yazılıdır (38). Kimi kaynaklara göre bu günkü insanı oluşturan Homo Sapiensin
atası Homo Heidelbergensistir (39). Oysa
aynı tablo başka bir biçimde de yazılmaktadır (40). Yaklaşım ne türlü olursa
olsun, iklim koşullarının canlının evrimindeki etkileri çok açıktır. Üstelik
iki milyon yıl öncesinin zor koşullarında bu etki daha da artmıştır. Yaşama
sarılmak, var olmak zorunda kalan canlının yok olmamak için ortama uyması, o
ortamda varlığını sürdürmede yeni yetenekler geliştirmesi gerekmektedir.
Böylece Afrikalı Homo Ergaster, yiyecek peşinde koşarak tüm dünyaya yayılınca,
çeşitli iklim ve yaşam koşullarına uygun yeni türlerin gelişmesi kaçınılmazdır.
Ancak temel özelliklerdeki evrimleşme için süre yetersiz olduğundan, gelişme
atalarımızın o anda gelişmeye en yakın uzuvlarında yani beyinlerinde
gerçekleşmiştir. Bu, daha zeki bir avcı anlamına gelmektedir. Zeka ise yaratıcılık
demektir.
Üst üste şimşeklerin çaktığı, birkaç tane yıldırımın düştüğü fırtına
yavaşlayıp durmaya yüz tuttuğunda, dev ağaçların altında yağmurdan korunmaya
çalışan otuz kadar H. Erektus bulundukları yerden ayrılarak, çamurlara bata
bata nehrin önündeki parlak ışığa doğru yürümeye başladı. Erkekler önden
gidiyor, çocuklarını kucaklarına alan dişiler ise geriden geliyordu. Parlak
ışığın yanan ağaçlar olduğunu biliyorlardı ve düşen yıldırımın öldürdüğü
hayvanların leşleri onları bekliyor olabilirdi. Zahmetsiz bir akşam yemeği
şöleni fırtınaya katlanmanın hediyesi gibiydi.
Nehire ulaştıklarında yanılmadıklarını anladılar. Çatırdayarak yanan
iki büyük ağacın çevresi ölü hayvanlarla doluydu. Ama bir sorun vardı. Yangın
öylesine yüksek sıcaklık yayıyordu ki hayvanları oradan almak mümkün değildi.
Cesur H. Erektus erkekleri bir yere kadar ilerliyor sonra vücutlarından
buharlar çıkmaya başlayınca da acı içinde haykırarak geriye kaçıyorlardı. Yine
de yangın küçülüp sönmeye yüz tutuncaya kadar denemekten vazgeçmediler.
Ölü hayvanlara ulaştıklarında birçoğu öylesine kötü yanmıştı ki
kömürleşmiş etleri kullanmak mümkün değildi. Ama bazıları da nar gibi
kızarmıştı. Özellikle çocuklar bunları iştahla yiyorlardı. Anneler mutlu
olmuştu, çocuklarına bol bol kızarmış et verdiler. Bir süre sonra tüm pişmiş
etleri tüketmişlerdi ama çocuklar daha et istiyor, çiğ olarak verildiğinde ise
yaygarayı basıyorlardı. Ve dişilerden biri o güne kadar kimsenin aklına
gelmeyen bir şey yaptı, yerdeki etlerden bazılarını alıp, yanan ateşe attı.
Dikkatle alevleri gözledi, sonra kocaman bir sopa kullanarak eti ateşten aldı.
Böylece pişirdiği parçayı merakla kendisini izleyen küçük çocuğa verdi, çocuk
neşe içinde pişmiş eti ağzına attı. Biraz sonra tüm H. Erektuslar ellerindeki
yiyeceklerin hepsini ateşe atıp pişirmeye başlamışlardı.
Ateşin bulunması Homo Erektusun en önemli başarısıdır. Gerçi dünyadaki
tüm canlılar bir şekilde ateşle tanışmışlardı. Yanardağ patlamaları,
yıldırımlar büyük yangınlara yol açabiliyordu. Hatta o sonsuz sayılan ormanların
iklimin kurumasıyla azalmasının nedenleri arasında çok büyük orman yangınları
önemli bir yer tutmuş olmalıdır. Ancak ateşin keşfiyle anlatılmak istenen şey,
onun kontrol altına alınmış olmasıdır. Yani rastlantıyla yanmış bir ağaç değil,
bilerek ve isteyerek ateş yakma tekniğinin geliştirilmesidir. Bu yapıldığında
tarihler tam bir milyon dört yüz bin yıl öncesini göstermektedir (41). Ateş hem
besinlerin daha kolay sindirilmesini sağlayabiliyor (pişirme işlemi) hem de
dönemin tüm vahşi hayvanlarını korkutuyordu. Etlerin pişirilmesi son derece
önemlidir. Çünkü insan sindirim sistemi doğrudan et tüketimi yapabilecek
durumda değildir. Daha önce de belirtildiği gibi primat olan atalarımızın
sindirim sistemi otçul hayvanlara benzemektedir. Bunlarda sindirim ağızda
başlamakta, uzun bir sindirim sisteminden geçerek gerekli maddeler
alınmaktadır. Halbuki etçil hayvanlarda, etin hızlı bozunumundan ötürü bir risk
vardır. Eğer eti uzun süre vücudunuzun içinde tutup sindirmeye kalkarsanız, et
bozunur ve bunun sonucunda tehlikeli zehirler ortaya çıkar. O nedenle et yiyen
hayvanların sindirim sistemi, otçullara göre çok daha kısadır, sindirme işlemi
hızla tamamlanıp bitirilmelidir. Bunu yapabilmenin en temel koşulu ise, etçil
hayvanların neredeyse on kat daha fazla asit üretmeleridir. Dolayısıyla, ateşin
bulunmasından önce de et yiyebilen atalarımızın et tüketimleri son derece
sınırlı olmaktadır. Tüketilen et türü, insan sindirim sisteminde kolayca
sindirilebilen kısımlardır. Temel beslenme şekli bitkiseldir ama arada avlanan
bazı hayvanlar da besin olarak kullanılmaktadır. İşte ateşin bulunması, etin
sindirimi açısından insana son derece uygun bir yöntemin, pişirmenin ortaya
çıkmasını sağlamış, beynin gelişmesi için gerekli olan proteinler kolayca
alınmaya başlanmıştır. Bundan böyle atalarımız beyin açısından daha hızlı
evrimleşebileceklerdir.
Hızlı evrim sürecine giren Homo Erektus taş araçların üretim
tekniklerinde önemli gelişmeler sağlamıştır. Taş aletler daha simetriktir.
Bunun da kaliteli bir yaşamın üzerindeki etkileri çok açıktır. Böylece küçük
öbekler halinde yaşayan atalarımızın nüfusları artmakta, artan nüfus yiyecek
peşinde dünyanın dört bir yanını dolaşmaktadır. Ancak bu göçler öyle pek de
sorunsuz değildir. Örneğin Anadolu’da bulunan bir Erektus kafatasında
tüberkülozun yol açtığı bozunma görülmüştür. Bunu inceleyen bilim adamları,
Afrika’dan göç ettiği sırada siyah renkli olan Erektus’un derisinde daha az D
vitamini oluştuğunu, bu nedenle iskelet ve bağışıklık sisteminin zayıfladığını
ortaya çıkarmışlardır (42). Yani siyah derili atamızın göç yeteneği sınırlıdır.
Homo Erektus’un beyni 850 cm3’ten başlayarak 1100 cm3 kadar
değişmektedir. Bu da bize Erektus beyninin hızla geliştiğini göstermektedir.
Ama aynı zamanda evrimin bir süreç olduğunun, gelişimin sürekliliğinin de
kanıtıdır. Ergasterin beyin hacminin 850 cm3 olduğunu söylemek neredeyse beş
yüz bin yıl boyunca yaşayan tüm Ergasterlerin aynı ölçülere sahip bulunduğunu
göstermez. Ondan bir önceki türün beyin büyüklüğünde ulaştığı en son noktayı
anlatmaktadır. Dolayısıyla beyinin gelişmesini ölçebilmek için farklı bir
yöntem bulunması gerektiği bilim adamlarınca da kabul edildiğinden beyinleşme
katsayısı denilen bir hesaplama tekniği ortaya konmuştur.
Beyinleşme
katsayısı = 0.0589 (türün vücut ağırlığı)0.76
Buna göre hesap yapıldığında Afarensisin 2.2, A.Aoiseinin 2.6,
H.Habilisin 3.1, Erektusun ilk dönemlerinde 3.3 ve daha sonra 4 beyinleşme
katsayısına sahip oldukları bulunmuştur (43).
Homo Erektusun yeryüzünde dolaştığı çağda görülen gelişme yalnızca ateşle
sınırlı da değildir. Öncelikle daha iyi balta yapılmaya başlamıştır. Bu son
derece önemli bir keşiftir. Çünkü iyi silah, avın öldürülmesi ve işlenmesi
süresini oldukça kısaltıyordu. Ergasterin hiçbir zaman aklına getiremediği bir
sopanın ucuna taş bağlama düşüncesini, H.Erektus hem oluşturmuş hem de daha
kaliteli bir üretim sürecine bağlamıştı. Gerçekte taş balta yapmak basit bir iş
değildi. Öncelikle her taş balta yapımına uygun değildir. Bunun için çakmaktaşı
ve bazalt kullanılırdı. Üstelik herkes balta yapamıyordu. Taşı büyük bir
maharetle yontmanız gerekiyordu ki bunu beceren sınırlı sayıda insan vardı. Bu
özellik daha sonra karşımıza ilk iş paylaşımı ve meslek olarak çıkacaktır.
Afrika’da açık alanlarda, genellikle ağaç altlarında yaşayan
Ergasterlerin aksine, H. Erektus, mağaraları da kullanmaya başlamıştı. Kapalı
bir mekan düşüncesi daha sonra el yapımı evlere dönüşecek, Erektus aynı zamanda
ağaçtan yapılmış ilk basit kulübeleri inşa edecektir (44).
H.Erektus sürüsü kayalıkların arasında
derin uykuya dalmıştı. Bir tanesi hariç. O gözlerini parlak yıldızlara dikmiş
öylece gökyüzüne bakıyordu. Eliyle omzunu tuttu, her tarafı ağrıyordu. Sürünün
en güçlü erkeği, onu bir dişi ile çiftleşirken yakalamış, öldüresiye dövmüştü.
Eğer dar kayalıkların arasına kaçmayı akıl etmese belki de gerçekten ölmüş
olabilirdi. İri yarı baskın erkeğin geçemeyeceği aralıklar hayatını
kurtarmıştı.
Çelimsiz Erektus o anda dişi ile
çiftleşmesini anımsadı. Aldığı zevk öylesine büyüktü ki, yarın yine öldüresiye
dayak yemekten korkmadan yeniden o dişi ile çiftleşebilirdi. Birden aklına
parlak bir fikir geldi. Neden bunu daha önce düşünmemişti? Yerinden doğruldu,
baskın erkeğe baktı. İşte orada, dişilerin koynunda derin bir uykuya dalmıştı.
Kararlı bir tavırla kayaların üzerine tırmandı, çevreye bakındı, kocaman bir
taşı güçlükle yerinden kaldırdı, sessizce baskın erkeğe doğru ilerlemeye
başladı.
Baskın erkeğin yanında uyuyan dişi
gözlerini açtı. Hemen arkalarındaki kayanın tepesine tırmanan çelimsiz
Ergasteri gördü. Elindeki kocaman taşı yukarı çıkarmaya çalışıyordu. Ne yapmak
istediğini anlamadı, sessizce izlemeye başladı. Çelimsiz Ergaster kayanın
üzerine çıktı, elindeki taşı olanca gücüyle hemen altta yatan baskın erkeğin
kafasına fırlattı. Tok bir çarpışma sesi, baskın erkeğin ne olduğunu bile
anlayamadan ölümünü haber veriyordu. Onu izleyen dişi çığlık atarak yerinden
fırladı, tüm sürü kısa sürede uyandı. Hepsi yerde öylece cansız yatan baskın
erkeğin başında toplanmışlardı. Ne olup bittiği tam olarak kavrayamamışlardı
ama zekanın giderek arttığı yerde gücün her zaman kocaman bir gövde anlamına
gelmediğini kısa sürede öğreneceklerdi.
Peki daha zeki olan, ateşi baltayı kullanabilen H. Erektusun dişileri
kaliteli gene ulaşmak için nasıl bir yol izliyorlardı? Önceki tür, H.Ergaster
de başlayan dişilerin kaliteli geni seçme çabaları gelişiyordu. Erkekler
arasındaki liderlik kavgaları daha sıklıkla ölümcül olması gerekiyordu çünkü
zeka ve silah önceleri hiç olmadığı kadar gelişmişti, rakibini yenmek için yeni
taktikler uygulanıyordu. Gerçekte günümüzde normal yollardan ulaşabileceğiniz
hiçbir kaynak o dönemdeki liderlik savaşları hakkında fazla bir bilgi
vermemektedir. Oysa bu konu ayrıntılı biçimde tartışılmalıydı. Çünkü günümüzde
ulaştığımız uygarlık çizgisinde, o yıllara ait pek çok iz bulunmaktadır.
Öncelikle türümüz akrabalarımız şempanzelere göre kıyaslanamayacak düzeyde seks
düşkünüdür. Yakınlaşmalar, koklaşmalar ve cinsel ilişki şempanzelerde dakika
hatta saniyelerle ölçülebilen sürelerde yapılır. Dişiler gebe kaldığı anda her
türlü cinsel ilişkiden kesilirler. Doğumdan sonra süt verdikleri sürece ilişki
kurmazlar. Oysa türümüzün ilişkileri ancak doğum öncesi ve biraz da sonrasında
sınırlanabilir (45).
İşte, temel cinsel davranış biçimlerimizin şekillendiği dönem H.
Erektus’un yaşadığı çağlar olmalıdır. Çünkü erkekleri kanlı bir hesaplaşmadan
kurtarmanın başkaca yolu bulunmamaktadır. Eğer H.Erektus ataları gibi bir
şeflik kavgasıyla liderini seçme yolunu kullanmış olsaydı, erkeklerin elindeki
gelişmiş baltalar yüzünden nesli tükenebilirdi. Birçok belgeselde izlemiş
olmalısınız. Lider maymun, kendisine karşı gelen rakibiyle karşılaşır, ani
hareketlerle koşuşturmalar, çığlıklar duyulur, çok kısa süren bir temas yaşanır
ve taraflardan birisi diğerinin üstünlüğü kabul ederek hızla oradan uzaklaşır
(46). Goriller daha cüsseli olduklarından hareketler yavaştır. Ama ana ilke hiç
değişmez. İki goril güreşiyormuş gibi birbirine el ense çeker, rakibini yere
yatırmaya çalışır, bir süre sonra yenilen kaçmanın çarelerini arar, oradan
uzaklaşır (47). Güçlü erkek rakibinin üzerine yürür, ona üstünlüğü kabul ettir
ve kaçırır. Tüm maymun türleri için geçerli bu çatışma kuralı ne yazık ki insan
türlerinde pek de kullanışlı değildir. İri yarı H.Erektus’un rakibinin üzerine
yürüdüğünü varsayalım. Ufak tefek olan rakip, normal yollardan diğerini
yenemeyeceğini daha ilk bakışta hesaplayacaktır. Sonra kendinden güçlü tüm
hayvanları avlarken yaptığı gibi taş baltasını kapıp saldırıya geçecektir.
Diyelim ki güçlü olanın da elinde balta vardır. Bu durumda çelimsiz olan belli
bir an için mücadeleden vazgeçmiş gibi görünüp, örneğin rakibi su içerken, yani
savunmasızken baltasını kafasına indirebilir. Ya da şef uyurken onu öldürmemesi
için hiçbir neden yoktur. Türün neslini tehdit eden böylesi bir yeteneğe karşı
çözüm geliştirmek pek de kolay değildir. Ama evrimin buradaki avantajı şudur.
H.Ergasterden H. Erektus’a geçiş öyle bir günde gerçekleşmiş değildir. Belli
bir sürede, üç ya da dört yüz bin yıl boyunca gelişen olaylar zinciri biçiminde
değişiklik söz konusudur. Böylece iyiye giden yolda pek çok deney yapma olanağı
vardır.
Duruma bir çözüm bulunmazsa H. Erektus’un
yeryüzündeki varlığı, erkekler arası şiddetli rekabet nedeniyle tehlikeye
düşecektir. Erektus dişileri toplum içinde daha etkin bir rol oynayarak kanlı
hesaplaşmaları durdurmaya çalışıyordu. Yeterli olmayan zeka, henüz tam olarak
çözüm üretemese de, dişilerin araya girmesi türün varlığını sürdürmesi
açısından önemlidir. Lider konumundaki erkeğin yanında dişiler ve diğer
erkekler daha özgür bir yaşam sürdürebilirler.
Haremdeki bazı dişiler, baskın erkeğin görmediği ya da görmezden geldiği
durumlarda farklı erkeklerden hamile kalabilirler. Böylece toplumsal gerilim
büyük ölçüde giderilmiş olur. Ve bu gelişmenin tek bir mantıklı açıklaması
vardır. Zeka aynı zamanda dişilere de seçme konusunda yeni gelişmeler
sunmaktadır.
O güne değin yeryüzündeki dişilerin hiç
birisi kaliteli gen için seçme hakkı kullanmamıştı. Tersine kaliteli gen, pek
çok sınavdan geçip dişilere kendisi ulaşırdı. Bu kavram, erkek egemen toplum
düşünürleri tarafından kadının seçme hakkının olmadığı gibi yorumlanabilirse de
şüphesiz doğru yaklaşım, doğanın dişiye verdiği önemdir. Dişiler en kaliteli
geni alarak nesli bir sonraki adıma aktarırlar. Onlar için her şey önceden
hazırlanır. Ama ilk kez H. Erektus dişileri, türlerinin yok olmasını önlemek
adına sorumluluk yüklenmek zorunda kalıyorlardı. Zeki erkeklerin güç savaşı
artık ölümcüldü.
Dişilerin işe el atarak erkekleri
kendilerinin seçmesi sosyal olduğu kadar ciddi teknik yenilikler anlamına
geliyordu. Eski sistemde baskın erkek, topluluktaki tüm dişilere gen
aktarıyordu. Diğer erkekler sıralarını bekliyor, bu arada küçük kaçamaklarla
yetiniyorlardı. Ender görülen bir olay ise, dişilerin “kalite” konusunda
yeterince tatmin olmadıklarında baskın erkeği topluluktan kovmalarıydı.
Dolayısıyla doğada dişilerin arada bir kullandıkları “seçme” tekniği zaten
bulunmaktaydı. Büyük ölçüde koklamaya dayanan bu teknik atalarımız tarafından
giderek geliştirilecek ve kaliteli erkeği bulmakta temel yöntem olarak
karşımıza çıkacaktır.
Dolayısıyla, H.Erektus’un geliştirmeye başladığı çözüm bizi yakından
ilgilendirmektedir çünkü gelecekte kadınların ulaşacağını umduğumuz düzeyin
temeli gerçekte bundan bir milyon beş yüz bin yıl önce atılmıştır. Doğada güçlü
erkeğin amacı, dişilerin dolayısıyla türün geleceğinin korunması ve
kollanmasıdır. Tüm primatlarda erkekler yalnızca kaliteli gen taşımazlar. Aynı
zamanda sürünün sağlıklı bir şekilde yaşamını sürdürmesi için düşmanlarına
karşı savaşma görevini de yüklenmişlerdir. Yani sürü dışarıdan tehdit aldığında
tüm erkekler birlikte hareket ederler. Çünkü değerli olan dişilerdir, neslin
sürdürülmesi onlara bağlıdır, olağan üstü durumlarda erkek kolayca feda
edilebilir. Elimizde kesin kanıtlar olmasa da bundan bir milyon yıl önce nüfus
sayımı yapılsa, kesinlikle kadınlar erkeklerden sayıca daha fazla çıkarlardı.
O dönemde açık alanda avlanmak da oldukça tehlikeli bir girişimdi. H.
Erektus sürüleri topluca ava çıkıyordu ama çocuklar ve kadınlar avlanmanın
gerektirdiği hareketliliği sınırlıyordu. Erkekler ava giderken dişileri ve
çocukları geride bırakma zorunda kalıyorlar bu ise sürünün başka avcılar
tarafından saldırıya uğraması tehlikesini artırıyor, yaşlıların ve bir kısım
genç erkeğin gözetiminde dişilerle çocukların av sahasının belli bir noktasında
bekletilmesi gerekiyordu. Kalan erkekler guruplar halinde ava çıkıyorlardı.
Avlanan hayvanlar çoğunlukla diğer yırtıcıların da peşinde olduğu canlılardı ve
bu nedenle sıklıkla dev bir kaplan ve ya kurt ile çarpışmak da gerekebilirdi.
Ava giden erkeklerin kaç tanesinin sağlam olarak geri döneceği pek de belli
olmuyordu. Dolayısıyla bu kadar tehlikeli bir girişim elbette çok değerli
dişiler tarafından değil, her zaman yeri doldurulabilen erkek türleri tarafından
yerine getirilirdi. İşte bu nedenledir ki avcılık erkeklere özgü bir davranış
biçimi haline gelmiş, erkekler dişilere göre daha üst fiziksel özellikler
kazanmışlardır. Ama erkeğin, “dişilere en kaliteli geni sağlamak ve onu
tehlikelere karşı korumak” olarak tanımlayabileceğimiz temel görevlerinde
değişiklik olmamıştır. Sürüdeki erkeklerin dış tehlikelerin büyüklüğü nedeniyle
giderek sayılarının azalmasının üzerine ayrıca kendi içlerinde ölümcül rekabete
sürüklenmesi türün devamı açısından tam bir tehdit oluşturmaktadır ve
kesinlikle önlenmesi gerekmektedir.
Sorun yalnızca erkekler arası rekabet de değildir. Gen aktarımı
açısından çok ilginç bir durum ortaya çıkmak üzeredir. Avlanma işi sürünün en
güçlü erkeklerinin yapabileceği bir işti. Tehlikesi ve zorluklarını yukarıda
saymıştık. Ava giden erkekler aynı zamanda sürünün en kaliteli genlerini de
beraberinde götürmekte, geriye ava çıkamayacak durumda olan çok genç ve sürünün
korunmasını sağlayan az sayıda erişkin erkek kalmaktadır ki işte bu az sayıda
erişkin kendisini bir anda haremin başında bulacaktır. Çünkü onları durduracak
kimse yoktur. Gelişen zeka, her erkeğin hayalini süsleyen gen aktarma işlemini
başlatmak için fırsatı kaçırmayacaktır. Aynı sorun diğer tüm memelilerde
geçerlidir. Ama orada temel içgüdüler söz konusu olduğundan, olay erkekler
arasında her hangi bir soruna yol açmamaktadır. Halbuki zeka, erkekleri bu
nedenle de rekabete sokabilir, kimse ava gitmek istemeyebilir.
Görüldüğü gibi zekanın artması
aynı zamanda erkekler arası rekabeti artırmakta ve türün geleceğini tehlikeye
atmaktadır. Rekabetin kabul edilebilir düzeylere indirilmesi gerekmektedir. Ama
nasıl?
Çözüm, dişilerin işe el atmalarıyla sağlanacaktı. H.Erektus
toplulukları belli sayıda insan barındıran öbekler halinde yaşıyorlardı.
Avcılık, erkekler arasında daha önce hiç olmadığı biçimde bir yakınlaşma ve
birlikte hareket etmeyi gerektiriyor, bu durum şefin etkinliğini ciddi şekilde
azaltıyordu. Çünkü primatların beslenmesi için meyve ağaçlarını dolaşmaları
yetiyordu. Dolayısıyla yiyecek bulmak şefin temel sorunlarından bir tanesi
değildi. Halbuki şimdi H.Erektus avlanmak zorundaydı ve bu iş ekip çalışmasıyla
yapılıyordu. Sonuç olarak aynı topluluğun bireylerinin birbirlerine
yakınlaşması, erkek dişi davranışlarda giderek çiftler biçiminde bir yaşam
şekli oluşturmaya başladı. Tüyleri olmayan bu primat türünün dişilerinin
vücutları giderek daha çekici bir hal almaktaydı. Erkekler doğrudan çocuk
doğurmayı hedeflemeyen biçimde cinsel ilişki içine girmeye başlamışlardı.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi öteki primatlar arasında öyle uzun boylu kur
dönemleri yaşanmaz. Kısa süren işaretleşmeler, belli yüz ifadeleri, belli
seslerin çıkarılması ve koklaşmaların ardından hemen çiftleşme gelir.
Şebeklerde yapılan ölçümlerde çiftleşmenin yalnızca yedi sekiz saniye kadar
sürdürdüğü görülmüştür (46). Oysa türümüzde bu işlemler çok daha uzundur,
üstelik üremeyi amaçlamayan davranışlara dönüşebilmektedir. Ama en önemli
gelişme H.Erektus dişilerinin giderek güzelleşmesidir. Bu erkeği kendine çekmenin
en kestirme yöntemidir.
Kadınların güzelleşmesi erkekler arası rekabeti daha da artırmaz mı?
İlk bakışta artırabilir ama işin içine kadının sorunu çözmesini koyarsanız
taşlar yerine daha düzgün olarak oturur. Şimdi kadın, güzelliği ile kendisine
çektiği erkekler arasından bir tanesini seçip onun genini kullanabilir ve
sağlıklı çocuklar doğurur. Dolaysıyla erkekler arası rekabet, bir kadını
ilişkiye ikna etme yeteneği ile sınırlandırılır ki bunun ölümcül olmadığı çok
açıktır. Yani cinsel ilişki için artık sürünün şefi olma gereği çoktan tarihe
karışmış, kadınlar ve erkekler kendi doğal davranışları içinde birlikte olmaya
başlamışlardır. Bu daha gelişmiş bir sosyal yaşam anlamına gelmektedir.
Günümüzde görülen o yuvarlak hatlı çok güzel hanımların ortaya çıkması
için neredeyse bir milyon yıl geçmesi gerekiyordu ama H.Erektus’un dişileri
sosyal yaşamda giderek daha etkin rol almaya başlayabilirlerdi. Doğanın
kadınlara kazandırdığı diğer bir özellik yalnızca güzellikleri değil aynı
zamanda cinsel ilişkiden en az erkekler kadar zevk alabilme yeteneği idi.
Kadın, birlikte olduğu erkeğe hem zevk vermekte hem de ondan zevk
alabilmektedir. Bu, çiftleri çok uzun süre bir arada tutabiliyordu. Bunun en
önemli sonucu ise, primatların binlerce yıldan beri kullanmakta olduğu harem
sisteminin kesin olarak yıkılması oldu. Çünkü belli bir zaman dilimi içinde
belli bir erkeğe bağlanan dişileri bir harem yaklaşımıyla toplamak artık mümkün
değildi. Kadınlar evrimlerini bu yöne çevirdiklerinde daha da güzelleşecekler,
çekicilikleri ve bunun sonucu toplum içindeki etkinlikleri başka hiçbir canlıda
görülmeyecek şekilde artacaktır. Ama ilerde ayrıntılarıyla tartışacağımız gibi
gelecekte erkekler egemenliği ele geçirir geçirmez ilk yaptıkları iş
kendilerine bir harem kurmak olacaktır.
H. Erektus’un yaşadığı dönemde iklim ılıman koşullar sunuyor, böylece
bollaşan bitki örtüsü sayesinde topluluklar göreceli olarak düzgün bir yaşam
sürdürebiliyorlardı. Ama en önemlisi o dev memeliler artık iyice azalıyor,
yerlerini insana göre daha kabul edilebilir boyutlarda yırtıcılara
bırakıyorlardı. Böylece neredeyse beş yüz bin yıl boyunca H. Erektus kendi
yaşam döngüsü içinde varlığını sürdürebildi. Ateşi kullanması, daha iyi
baltalar üretmesi ve de mağaralara yerleşmesi bazı H. Erektus türlerinin ileri
bir yaşam düzeyi tutturmasını sağlamıştı. Avcılık artık oldukça ilerlemiştir.
Kimi baltalar uzamış giderek mızrak gelişmiştir. Bu silah avı uzaktan
yakalamayı sağlamakta ama en önemlisi elle belli bir mesafeye kadar
fırlatılabilmektedir. Böylece yırtıcılarla bire bir karşılaşmadan onları
öldürme şansı doğmuştur. Bundan sekiz yüz bin yıl öncesine ulaştığımızda
dünyanın hemen her yerinde H. Erektus ile karşılaşmak mümkündür ama arada
farklı bir tür de görülmektedir. Bu yeni türün adı H. Heidelbengensistir.
4.1.7 Homo Heidelbengesis
H.Heidelbengesisin beyni ortalama 1350 gr gelmektedir. Dıştan
görünüşte bize daha çok benzemiştir. Avrupa’dan Afrika’ya kadar pek çok yere
yayılmıştı. Gerçekte bu dönem için kaynaklar birbirinden farklı şemalarla olaya
yaklaşmaktadırlar. Kimilerine göre H.Helidelbengesis daha sonra H.Sapiense
dönüşecektir (50). Kimisi ise H. Sapiensi doğrudan H. Erektusun daha gelişmiş biçimi olarak kabul etmektedir (51).
Üstelik gerçek bunlardan daha farklı bir şekil göstermiş de olabilir. Günümüzde
bunları gözlemleme şansımız hiç bulunmamaktadır. Ancak, ateşin kullanılmasıyla
başlayan, kaliteli taş baltaların yapılması ve mağaralarda toplu yaşama
geçilmesiyle ortaya çıkan yeni yaşam biçimi elbette evrim açısından H.Erektusun
daha da gelişmesine neden olabilirdi. Ama evrimde hiçbir şey basit değildir.
Eğer olağan üstü bir değişiklik görülmezse bu tür milyonlarca yıl boyunca aynı
da kalabilirdi.
Homo Heildelbergensis, taş silahlarını ve ateşi mükemmel kullanıyor,
aile yaşamını geliştiriyordu. Sosyal yaşam yeni ihtiyaçlar ortaya çıkarıyor,
zeka sorunlara çözümler buluyordu. Kadınlar topluluk üzerinde giderek daha
etkin rol oynamakta ve toplu aile diyebileceğimiz bir düzen oluşmaktadır. Ama
daha önce topluluğun kendi içinde anlaşmasını sağlayabilecek bir atılım
gerçekleşmeli ve insanlar arasında önce işaretleşme, daha sonra da seslenme ile
gelişen yeni bir haberleşme sistemi kurulmalıdır.
Yeryüzündeki tüm canlılar birbirleriyle haberleşir. Burada kullanılan
teknik vücut dilidir. Örneğin kediniz sizden yiyecek isterken ne yapar?
Gözlerinizin içine bakar, yalanır ve miyavlar. Bu “bana yiyecek ver” demenin
kedi dilindeki anlatımıdır. Köpekler de benzer bir yol izler. Yemek kabını
ısırır, havlar, kuyruğunu sallar ya da yem torbasını koklar. Gerçekte
atalarımız da haberleşmek için önceleri buna benzer teknikler kullanıyorlardı.
“Evet” anlamında başımızı öne eğmemiz, “Hayır” anlamında kaşlarımızı yukarı
kaldırıp başımızı geriye atmamız ya da iki yana sallamamız, “gel” demek için
elimizi uzatıp parmaklarımızı içeri kıvırmamız, günümüzde bile kullandığımız
haberleşme tekniklerindendir. Şüphesiz atalarımız zamanında bu türden çok fazla
sayıda işaret bulunuyordu ve onlara çoğunlukla çıkarılan bir ses eşlik ediyordu
(64). Örneğin uygun durumda bir av hayvanı bulan ilkel insan bunu kabilenin
diğer üyelerine o hayvana ait sesi taklit ederek anlatmaya çalışırdı. Böylece
Homo sapiense kadar gelişen insanlar daha çok pandomime benzeyen bir dili zaten
geliştirmişlerdi. Üstelik yapılan hareketleri seslerle de zenginleştiriyorlardı.
Ancak bu görsel dilin çok ciddi bir sorunu vardı. O da yalnızca diğerlerinin
sizi tam olarak görebildiği durumlarda derdinizi anlatabilirdiniz. Örneğin
geceleri zifiri karanlıkta bu dillerle haberleşme şansınız yoktu (65).
Çeşitli kaynaklar ilk konuşan insanın kim olduğu konusunda farklı
bilgiler veriyor. Gerçekte bu son derece doğal. Çünkü konuşma kavramından neyi
anladığınıza göre durum değişiyor. Şüphesiz H.Erektus da haberleşebilmek için
belli sesleri çıkarmaya çalışıyordu. Ama sorun gırtlak yapısının her seferinde
aynı sesi aynı biçimde çıkaramamasıydı. Bu, sesle haberleşmenin önündeki en
önemli engeli oluşturuyordu ve gırtlağımızın düzenli sesler çıkarabilecek
biçimde evrimleşmesine neden oldu. Çünkü H. Sapiens döneminde haberleşme
neredeyse var olmak kadar zorunlu hale gelmişti. İlk sözcükler, jestlerle
yaptığımız anlatımların dile çevrilmiş haliydi. Basit dillerde belli hareketler
belli sözcüklerle anlatılmaktadır. Örneğin Eve kabilesinin dilinde yürümek “zo
dze dze” iken emin adımlarla yürümük “zo boho boho” dur. Şişman insanın
yürümesi ise “zo bula bula” ile anlatılmaktadır. Görüldüğü gibi sözcükler
doğrudan jestlerle, işaretlerle anlatmaya çalıştığımız hareketlerin karşılığı
olmaktadır (65).
Elbette Heidelbergensisin tam olarak konuştuğunu söylemek mümkün
değil. Ancak sosyal gelişmeler öyle bir yola girmiştir ki artık dil oluşması
neredeyse zorunluluktur ve evrim insan fizyolojisini bunu olanak verecek
şekilde değiştirerek mükemmel bir konuşma aygıtı ortaya çıkaracaktır. 700.000
yıl önce yeryüzünde görülen Heidelbergensis, bundan iki yüz bin yıl önce,
konuşmanın ilk örneklerini vererek sessizce tarihten siliniyordu. Çünkü iklim
bir kez daha değişmiş, yeni ortamda Heidelbergensisin yaşama olanağı
kalmamıştı.
4.1.8 Neandertal
Bilimsel çalışmalar dünyanın beş temel buzul çağı yaşadığını
gösteriyor (66). İşte bunlardan sonuncu tam iki yüz bin yıl önce
gerçekleşmiştir. O sırada dünyanın birçok yerinde H.Erektus varlığını
sürdürmektedir. Buzul çağı farklı coğrafyaları farklı etkiler. Avrupa’daki
türler yoğun kış koşullarında yaşam savaşı vermeye başlarlar, Afrika ise resmen
kurur.
Avrupa öylesine kötü koşullar sunuyordu ki orada var olmak günümüz
koşullarında bile neredeyse olanaksızdı. Ama bundan iki yüz bin yıl önceki
insanlar yaşama tutunuyorlar. Fakat başarı H.Erektusun değildi. Yeni bir tür
gelişmişti. Neandertal insanı adı verilen bu türün boyu nadiren 1.65 m’yi
geçiyordu. Burun delikleri bizimkilere göre çok daha iri ve yaygındı, ani
hareketlerde aşırı ısınan vücutlarını daha iyi soğutuyor, zor koşullarda
terleme tehlikesini ortadan kaldırıyordu (67). Avladıkları hayvanların
kürklerini sarınarak soğuğa karşı korunuyorlardı. İnanılmayacak kadar
dayanıklıydılar. Günlerce yemek yemeden av peşinde koşabiliyorlardı. Çok ilkel
de olsa konuşmanın ilk örneklerini vermeye başlamışlardı. Farklı olaylara
farklı sesler çıkarabiliyorlardı. Avcılığın temel koşullarından bir tanesi de
haberleşmenin geliştirilmesidir. Olağan üstü soğuk dönemlerde bu koşul daha
çabuk gerçekleşiyordu. Ve yeni dayanıklı tür, geliştirdiği yeteneklerini
binlerce yıl boyunca kullanacak ve günümüzden otuz bin yıl öncesinde bile
varlığını sürdürecektir. Hatta kimileri, bazı insanların yapılarına bakarak
onların halen var olduğunu ileri sürebilmektedir (68).
Yorumlar
Yorum Gönder