4.Bölüm - İnsanın ataları

4. İnsanın Ataları
Havaların soğuması, ormanlık alanların küçülmesi ve burada kalan hayvanların açık alanlara doğru itilmesi günlük ya da ansızın gerçekleşen bir olay değildir. 35 milyon yıl öncesinden başlayarak yaklaşık 30 milyon yıllık bir süreçtir. Dolayısıyla dünya günümüz şeklini almaya başladığında, eski duruma göre evrimleşmiş canlılar yok olurken, yeni türler ortaya çıkmaktadır.

Güneş henüz tepeye ulaşmamıştı. Gökyüzü parlak ve bulutsuzdu. Büyük ormanın kenarındaki ağaçlarda bir gurup primat yeni olgunlaşan meyvalarla karnını doyuruyordu. Hepsi on kadardı, iki tane dişinin sırtında bebekleri vardı. Boyları bir metreyi bile bulmayan bu küçük hayvanlar, ürkek tavırlarla ağaçtan ağaca dolaşıyor, bir yandan olabildiğince hızlı beslenirken, diğer yandan en küçük sesle dikkat kesiliyorlardı. Böyle davranmakta haklıydılar çünkü oldukça sık saldırıya uğruyorlardı. Üst dallarda yaşayamayacak kadar iri ama alt dallarda diğer maymunlarla başa çıkamayacak kadar çelimsizdiler. Bu nedenle bir noktada çok uzun süre durmuyor, sürekli olarak yer değiştiriyorlardı. Ama bu gün üzerine yerleştikleri meyve ağacı öylesine hoş ürünler sunuyordu ki, oradan bir türlü ayrılamadılar. Ve iri maymunlar fırsatı kaçırmamış, onları kuşatmaya başlamıştı. Aylardan beri bu anı bekliyorlardı. Eğer bir gurup kuş telaşla havalanmasa, çelimsiz primatların hiç birisi yaklaşan tehlikeyi tahmin bile edemezdi. Kuşlar hep birlikte havalandılar ve ortalık karışıverdi. Primatlar avcıları fark ettiler, çığlık atarak kaçıştılar. Ormanın içlerine doğru gitmek isteyenler yolun iri maymunlarca kesildiğini görüp, açık alanlara yöneldiler.
Saniyeler içinde otlar arasında müthiş bir kovalamaca başlamıştı. İri maymunlar primatlar kadar usta koşucular değildi, bu nedenle yaklaşık bir kilometrelik yarışın sonunda avlarına yetişemeyeceklerini anladılar. Ama onları durduran başka bir şey vardı.  Çıkan gürültüye kulak kabartan kalabalık kaplan ailesi de oraya doğru yaklaşıyordu, bu hayvanlar maymunlardan kat kat daha hızlıydı. Biraz önceki avcılar şimdi av olmuş, tüm güçleriyle ormana ulaşmaya çalışıyorlardı. Üstelik iri yarı gövdeleri ve siyah tüyleri onları daha iyi hedef durumuna getiriyordu. Birer ikişer kaplanların pençelerine teslim oldular. Çelimsiz primatlar ise otların arasına karışarak hızla oradan uzaklaştılar. Kaplanlar hayatlarını kurtarmıştı ama her zaman bu kadar şanslı olmayabilirlerdi.

Öyküde geçen primat türü dikkatimizi çekmelidir. Ormanın hemen kıyısında yaşamak zorunda kalan çelimsiz, beden olarak ormandaki goril benzerleriyle asla baş edemeyecek, açık alanda ise hiç de hızlı olmayan bu canlı belli ki bir süre sonra dünya tarihinden çekilecektir. Ancak onun bir şansı vardır. Orman tarafından hücuma uğradığında açık alanlara kaçacak kadar çeviktir. Güçlü maymunlar onları açıklarda izleyememektedir. Açık alanlardan gelen saldırılarda ise hemen ormana dalmakta, dallar arasındaki hareket yeteneği ile de tehlikeyi atlatmaktadır. Böylece ormanlar giderek küçülürken bu canlı türü de hayata asılmakta, varlığını sürdürmektedir. Ama durumu pek umutlu değildir. Çünkü ormanlık alanlar küçülmektedir ve bu hayvanlar giderek daha uzun zamanları orman dışında geçirmek zorunda kalmaktadırlar. Dolayısıyla beslenme rejiminde ciddi değişiklikler olur. Meyve, yaprak, kabuk ve böcek gibi geleneksel orman ürünlerinin yanında, kök, yumurta, hatta kuş ve fare gibi küçük hayvanlar da besin olarak kullanılmaya başlanır. Bu ise ciddi bir protein fazlalığı demektir. Proteinler canlıların gelişmesinde son derece önemli kimyasallardandır. Hem hücre yenileyici olarak kullanılır hem de gerektiğinde enerji kaynağıdır.  Bu çok yönlü beslenme orman kenarlarının çelimsiz primatını giderek daha iyi avcı olmaya yönlendirir. Ama açık alanlarda zaten milyonlarca yıl önce evrimleşmiş saf kan avcılar vardır. Özellikle kedi ve köpek türleri avcılıkta neredeyse tüm gelişmelerini tamamlamışlardır.  Kulaklar hareketlidir. Öne ve arkaya doğru çevrilebilir. Böylece hayvan çevresindeki tüm sesleri hatasız olarak duyabilir, yerini saptayabilir. Gözler harekete uzmanlaşmıştır. Renk seçimi kötüdür ama o renksiz dünyada en küçük bir hareket gri tonlar arasında dengesizliğe, dolayısıyla hayvanın hareketi hemen fark etmesine yol açmaktadır. Koku alma duygusu ise inanılmazdır. 20–25 kilometre ötede bulunan hayvanın kokusunu alabilmekte, kaçan bir yavruyu çok uzaktan izleyebilmektedir. Köpeğin koku alma duyusu insanınkinden tam kırk kat daha gelişmiştir (24). Kediler kısa mesafelerde büyük hızlarda koşabilirken, köpekler dayanıklı birer maratoncudur. Ama bunlardan çok daha önemli bir nokta vardır. Hem kedigiller hem de köpekler öldürücü silahlar geliştirmişlerdir. Güçlü çeneler, sivri ve çok sağlam dişler, kedilerde ucu kıvrık hançer görevi yapan pençeler onları neredeyse yenilmez yapmaktadır. Açık alanların avcıları üstün silahlarla donanmakla kalmamış, vücutlarını da buna göre yeni baştan düzenlemişlerdir. Avı bulduklarında karınlarını tıka basa doyurabilirler. Kurt bir defada kendi ağırlığının beşte biri kadar yemek yiyebilir ve bunun ardından gelen uzun süreli açlık dönemine dayanabilir. Avcılar aynı zamanda iyi birer yiyecek stokçusudur. Açlık dönemlerinde kullanılmak üzere avlarından bir parçasını saklamayı öğrenmişlerdir (24).
Bizim yarı orman yarı açıklıkta yaşayan çelimsiz primatımız ise köpek ve kedi türleriyle baş edebilecek durumda değildir. Koku duyusu yerine görme yeteneğini geliştirmiştir. Bu nedenle yüzündeki tüm uzun çıkıntılar, görme alanını engellememek üzere yassılaşmıştır. Ormanda görmek,  koku almaktan daha önemlidir. Ayrıca renk ayrımı et yiyicilerine göre kıyaslanmayacak kadar gelişmiş, hareketsiz duran cisimleri ayırmak üzere uzmanlaşmıştır. Ama bu yeteneğin ona açık alanlarda pek de yardımcı olacağı söylenemez. Koku alma organları yeterli değildir. Çünkü ormanlık alanlarda kokular daha kalıcı olup öyle çok uzaklardan gelen kokuları ayırt etmeye gerek yoktur. Gelişmiş sayılabilecek bir işitme duyusundan söz edilebilirse de, kulaklar hareketsiz olduğundan yalnızca belli bir anda, belli bir yönden gelen seslere duyarlıdır. Tat alma duyusu ise tüm etçillerden çok daha iyidir ve primatlarımız şekerli yiyeceklere eğilim göstermektedirler (25). Ancak tat alma duygusunun ona açık alanda bir yararı yoktur.
Primatların fiziksel yapısı onları iyi birer ağaç tırmanıcısı yapacak biçimde gelişmiştir. Buna karşın dayanıklı ve güçlü değillerdir. Beş parmaklı el kavramak için mükemmel iş görürken, ellere çok benzeyen ayakların yürümeyi düzenlemesi o kadar da kolay olmamaktadır. Ne kediler gibi hız rekoru peşinde koşabilirler ne de köpekler gibi maratoncudurlar. Kemirgen dönemden kalan küçük dişleri silah olarak pek de işe yaramaz. Ellerindeki tırnaklar tuttuğu yeri sağlamca kavraması için yassılaşmış olduğundan avlanmada kullanılamaz. Beslenmek adına öldürmek primatların temel davranışları olmamıştır, doğal öldürücü silahların çoğundan yoksundurlar. Bundan başka sindirim sistemleri bir defada büyük miktarlarda yiyeceği tüketmelerine elverişli değildir. Tersine, primatlar bütün gün sürekli olarak bir şeyler atıştırır dururlar. Orman yiyecek dolu olduğundan, onları saklamak gibi bir davranış da göstermezler (23).
Ormanların kıyısında yaşayan ve giderek açıklık alanlara doğru kovulan bu çelimsiz primatımızın neslini koruması çok zor görünmektedir. 5 milyon yıl öncesine geldiğimizde havaların soğuması devam etmekte dünya hızla bir buzul çağına girmektedir. Bu da suların çoğunun buzul olarak yüzeyde birikmesi ve deniz seviyesinin düşmesi demektir. Kuraklık nedeniyle ormanlar biraz daha ekvatora doğru çekilmiş, eski sulak ve ormanlık alanlar yerlerini çorak düzlüklere bırakmıştır. Göçler yoluyla hayvanlar değişik kıtalara yayılmış, yeni evrimleşmiş kedi ve köpek türleri, eski çağlardan kalan pek çok türü ortadan kaldırmıştır (26).
Çelimsiz primatımız ormanların daha da azalmasıyla zamanın çoğunu açık alanlarda geçirmeye başlamıştır. Yiyecekler artık hemen uzanabileceği yerlerde değildir. Açıkta bulabildikleri her şeyi yemek zorunda kalırlar. Böylece bitkisel beslenme rejimi giderek etçil hale gelir ve yeni bir tür, açık alanda yaşayan avcı primat ortaya çıkar. Ama yukarıda da belirttiğimiz gibi açık alanlarda iki temel tür, köpekler ve kediler büyük üstünlük kurmuş durumdadır. Şimşek gibi hızla ileri atılabilirler ya da kilometreler boyunca durmadan koşabilirler. Gerçekte kedi ve köpeklerin bu şekilde evrimleşmesinin nedeni, avların da aynı biçimde dayanıklı ve güçlü olmasından kaynaklanmaktadır. Bir antilobun kısa sürede nasıl yüksek hızlara çıkabildiğini belgesel izleyicileri birçok kez görmüştür. Dolayısıyla primat atamız açık alanda avcılık yapacak hiçbir fiziksel araçla donatılmış değildir. Bu ise türün avcı değil, kolay av haline gelmesi ve kısa sürede yok olması demektir. Şüphesiz, işin başında pek çok primat usta avcıların kurbanı da olmuştur.
Açıkta yaşayan primatlar daha dolaylı yöntemler kullanarak beslenmeye, hayatta kalmaya çalıştılar. Hem avcılara görünmeden yaşamak hem de besin kaynaklarına ulaşmak çok farklı davranış biçimlerine yol açıyordu. Kimi zaman bir dişi sürünün diğerlerinden tamamen farklı buluşlarla öne çıkıyor, gelişme diğer primatlar tarafından hemen kopyalanmaya başlıyordu. Dişilerin gelişmeyi sağlayacak biçimde öne çıkmalarının nedeni çok basitti. Hamilelikten itibaren dişiler erkeklere göre oldukça farklı bir yaşam biçimine geçiyor bu ise daha fazla sayıda deneyim anlamına geliyordu. Hepimizin bildiği gibi deneyim, ilerlemenin de temel taşları arasında önemli bir yer tutuyordu. Gerçekte ortaya çıkan şey diğer canlıların hiç bilmediği yepyeni bir başlangıç anlamına geliyordu.
Yirmi kadar primat seyrek ağaçlarla dolu düz alanın yanından geçen ırmağın kenarına oturmuş tembelce tüylerini temizliyordu. Bit ayıklamak hem bir rahatlama hem de statü aracıydı. Kimsenin ilgilenmediği genç bir dişi oturduğu ağacın altından yukarıya doğru baktı, dallar ve yaprak arasında öylece duran meyveyi fark etti. Topluluk dünden beri bir şey yememişti ve genç dişi ani hareketin tüm topluluğun o meyveye hücum etmesine neden olacağını, sonuçta kendisine hiçbir şey kalmayacağını biliyordu. Sakince yerinden kalktı, ağacın arkasına dolanıp yukarıya doğru tırmanmaya başladı.
Aynı anda hemen yandaki ağacın üst dallarında duran genç bir erkek primat da meyvaya doğru ilerliyordu. Tıpkı dişi gibi o da kimseye sezdirmeden sessizce oraya doğru ilerlemeye çalıştı. İkisi de hedeflerine on beş metre kadar yaklaşmışlardı ki birbirlerini gördüler. Dişi alt dallardan, erkek üst taraftan büyük bir hızla koşturmaya başladı. Üstten gelen erkek avantajlı gibiydi. Dalın üzerinde birkaç metre ara ile dişinin önüne geçmeyi başarmıştı ki tam bu anda dişi aniden geriye döndü, arkasını havaya kaldırdı. Cinsel organı tüm haşmetiyle erkek primatın önüne açılmıştı. Meyveye uzanmak üzere olan erkek bir an için şaşırdı, duraksadı. Bu da dişinin tam aradığı fırsattı. Çevik bir hareketle yerinden dönüp, erkeğin yanından geçti ve meyveyi kaptığı gibi hemen yandaki dala fırladı. Dişi bir yandan telaşla ödülünü yiyor, bir yandan da kaçıyordu. Erkek ise şaşkın bakakalmıştı. 
Normalde hiçbir primat başkalarını kandırmaya çalışmaz. Ama açıkta yaşayan bu çelimsiz tür, yaşamak için diğerlerinde olmayan özellikler kazanmak zorundadır. Yukarıdaki öyküde anlatılan dişinin davranışı farklı bir zeka türünün habercisidir.
Ormanda yaşamak iki ayak üzerine kolaylıkla yükselebilmek demektir. Çünkü sık dalların arasında dikey durmak, yatay ilerlemekten daha kolaydır. Üstelik yukarıya doğru hareket arka ayaklar üzerine kuvvetle basabilmeyi gerektirmektedir. İki ayak üzerinde durmak açık alanda da işe yarar çünkü uzun otların üzerinden daha geniş bir alan gözetlenebilir. Ayrıca savunma açısından da avantaj sağlar çünkü ön ayaklar başka bir şey yapmak üzere boş durabilir. Yani, atalarımız becerikli avcılar karşısında pek o kadar da çaresiz değillerdir. Ön ayaklarını arka ayaklardan çok daha farklı biçimlerde kullanmak, “el” kavramını oluşturmak dönemin en önemli gelişmelerindendir. Çünkü el biraz sonra savunma araçlarından yararlanmaya başlayacaktır. Çelimsiz primatımız önce diğer hiçbir hayvanda görülmeyen bir sosyal yaşam, birlikte savunma düzeni kurmaya başlar.
Primat topluluğu taşlık bir arazide ağır adımlarla yürüyordu, iki gündür doğru dürüst bir şey yememişler, rastladıkları her yerde su içerek açlıklarını bastırmaya çalışıyorlardı. Baskın erkek en öndeydi ve öğle güneşinin aşırı aydınlattığı uçsuz bucaksız düzlükte burnuna gelen hafif bir leş kokusuyla olduğu yerde durdu. Dikkatle havayı kokladı, kaynağı bulmaya çalışıyordu. Sonra hızlı adımlarla ileriye doğru yürüdü. Karınlarını doyurma umuduyla bir anda canlanan topluluk da onu izliyordu. Kokunun şiddeti arttıkça hızlı adımlar sıklaştı, koşuşturmaya başladılar. Koşar adımlarla tepeyi aştılar ve önlerine serilen manzara karşısında oldukları yerde kala kaldılar. İki tane dev kaplan bir leşi yemekle meşguldü. Ve topluluktaki primatların hiç birisi onlarla baş edecek güçte değildi.
Kaplanlar davetsiz misafirlerini görünce başlarını salladılar. Sanki;
                “Gelmeyin, yoksa kötü olur” der gibiydiler.
Primatlar şeflerine baktılar, ona göre karar vereceklerdi ve ilk işaretle kaçmaya başlayacaklardı. Ama şefin kaçmak gibi bir niyeti yoktu. Tam tersine tehditkar bakışlarını kaplanlara dikmişti. Ellerini havaya kaldırdı, avazı çıktığı kadar bağırdı. Diğer erkekler yavaşça çevreye dağılıyorlardı. Uzaktan bakan birisi onların kaçmaya hazırlandıklarını düşünebilirlerdi.
Kaplanlardan birisi sesin geldiği yöne baktı, şef primat ile göz göze geldi. Bu küçük yaratığın ona meydan okuduğuna inanamadı. Tek bir pençe darbesiyle onu iki parçaya ayırabilirdi. Yavaşça yerinden doğruldu. Kokmuş leş yerine taze et yemek hiç de fena fikir değildi. Yalanarak ağzının kenarındaki yemek bulaşıklarını temizledi, ağır adımlarla kendiliğinden ayağına kadar gelen avına doğru yürüdü. Onu öldürecek, şefini kaybeden topluluk da dağılacaktı. Bu sahne milyonlarca yıldan beri milyarlarca kez tekrarlanmıştı.
Kaplan av koşusuna başlamak üzereydi ki şef primatın hemen yanında ikinci bir erkek daha belirdi. O da avazı çıktığı kadar bağırarak kaplana doğru hamle yaptı. Kaplanın kafası karışmıştı, çünkü daha önce iki tane şef erkeği olan bir topluluk hiç görmemişti. Ama ikisiyle de kolayca baş edecek güçteydi o nedenle çok da etkilenmedi, yürüyüşünü sürdürdü. Ne var ki duyduğu üçüncü bir haykırışla olduğu yerde kaldı. Üstelik sesler giderek artıyordu. Kaplanlar şaşkınlık içinde karşısında zıplayıp duran topluluğa bakıyordu.
Şef primat çığlıklar atarak kaplana saldırdı. Diğerleri de onu izlediler. İnanılmaz bir gürültü çıkıyor, toz bulutu içinde neyin ne olduğu anlaşılmıyordu. Kaplanlar hiç ummadıkları bu tepki karşısında ters yüz geriye dönüp kaçmaya başladılar. Erkekler bir süre onları kovaladılar. Bu sırada dişiler büyük bir beceriyle ele geçirdikleri leşi parçalıyorlardı.
Ormanın tek bir erkeğe bağlı ama bireylerin bağımsız hareket ettiği toplumu, herkesin bir arada savunma yaptığı daha iyi düzenlenmiş topluluklara dönüşüyordu. Bu zorunluydu çünkü eski sistem, kendisinden daha iyi donanıma sahip avcılar tarafından saldırıya uğrayan sürünün baskın erkeğinin öne çıkmasına ama kolaylıkla imha edilmesine neden oluyor, sürü hızla kaliteli erkek kaybına uğruyordu. Çözüm, erkeklerin daha iyi organize olmaları ve dişilerin de bunu desteklemeleriyle geldi. Artık erkeklerin her birisi sanki baskın erkekmiş gibi ileri atılıyor, gerektiği hallerde dişiler de onlara katılıyordu. O dönemin avcıları hiç alışık olmadıkları bu savunma karşısında gerilemeye başladılar. Dışarıdan gelen tehdidin büyüklüğüne göre çelimsiz primat ilk başarısını sağlamıştı. Dört milyon yıl öncesine geldiğimizde artık dimdik ayakta duran bir primat açık alanlarda boy gösteriyordu. Bilim adamlarınca insanın atası olarak kabul edilen bu hayvana Ostrapitekus Afarensis adı verildi (27).
4.1 İnsanımsılar
4.1.1 Afarensis
Afarensis 150 santimetreye ulaşan boyu ile kurumuş uzun otlarla kapla açık alanlarda oldukça geniş bir görüş alanı sağlayabiliyordu. Beyni bizimkinin ancak üçte biri büyüklüğündeydi. Gecelerini ağaçlar üzerinde geçiriyor, sabah olunca bol su içme gereksinimini karşılamak üzere dere kenarlarına iniyordu. Henüz çok düzgün sayılacak adımlar atamamasına karşın artık günün büyük bölümünü iki ayak üzerinde geçirmeye başlamıştı. Beslenmesi, sürekli gelişen avcılık yeteneğine karşın hala bitki ve böceklere dayanmaktaydı. Dişiler bebeklerini büyütmekte, kendileriyle birlikte onları da beslemektedir. Topluluk tıpkı ormanlarda olduğu gibi güçlü bir erkek tarafından yönetilmektedir. Ancak erkekler arasındaki ilişki daha kuvvetlidir, lider erkek savunma gibi bazı durumlarda diğer erkeklerle yönetimi paylaşmaya başlamıştır (28). Besin kaynakları çok önemlidir, buraların ele geçirilmesi için adeta savaş verilmesi gerekmektedir. Her primat topluluğu neredeyse yirmi kilometre kareyi bulan bir yaşam alanına sahiptir, kimi zaman topluluklar bu alanların sınırlarında birbirleriyle karşılaşsalar da çoğunlukla gürültülü bağırışlardan başka bir şey olmamaktadır. Asıl tehlike kuvvetli avcılar olan kedi türleridir. Onlara karşı savaşta yapılacak tek şey, daha dik bir duruş ve silah kullanmaktır. Ama bunun için neredeyse iki milyon yıl daha geçmesi gerekecektir. Üstelik yaşam koşulları son derece zor olup, iklimler sıcak ve soğuk dönemler arasında gidip gelmektedir, genel eğilim soğuma yönündedir. Bundan iki milyon yıl öncesine geldiğimizde buzul çağına girilir, deniz seviyeleri düşer. Amerika ile Asya arasında köprü oluşur. Akdeniz’de sular çekilir, geniş otlaklar her yeri kaplar. Büyük ormanlar bir kez daha geriler. Hayvanlar ortaya çıkan otlakları doldururlar ve pek çok yeni tür görülür. Otla beslenen hayvan cinsleri artar, bunları avlamak üzere avcılar gelişir. Tüm bu olaylar elbette primat atalarımızı da etkiler ve Afrika’da Afarensis’e göre daha dik yürüyebilen birkaç yeni insanımsı türü çevrede dolaşmaya başlar.
4.1.2 Parantropus Boisei
Bu tür Afarensis’in 400 cm3’lük beynine göre daha büyük,  500-550 cm3, beyin hacmine sahiptirler (29). Bu onların zekalarını artırır. Boiseilerin boyu 120-140 cm arasında olup erkekler dişilere göre çok daha iri yapılıdır. Lider erkek sürüyü bir arada tutar ve tüm dişilerin sahibidir. Zekanın gelişmesi, kaliteli gen arayışında dişiye yeni olanaklar yaratacak düzeyde değildir. Dişiler günlerini, güçlü erkeğin himayesinde bol bol bebek doğurarak, onların yetiştirilmesiyle uğraşarak geçirmektedirler.  Kaliteli gen kavramı hala “güçlü olan kalitelidir” düşüncesine bağlıdır.
4.1.3 Homo Habilis
İki milyon yıl öncesine gittiğimizde görebileceğimiz insanımsı maymunlardan bir tanesi de Homo Habilistir. 90-110 cm boyunda ince narin görünümlü bir hayvandır. O güne değin çevrede yaşayan diğer primatlar hep ormana yakın durmuşlar, ağaçlık alanlarda yaşamayı tercih etmişlerse de Homo Habilis tamamen açık alanda yaşamına sürdürebilmektedir. En önemlisi ise leş yiyici olmalarıdır.
Yukarıda anlattığımız Boiseiler özel bir beslenme rejimine sahip tek yönlü beslenen ve bu nedenle de daha fazla evrimleşemeden ortadan kaybolan bir türdür. Halbuki Homo Habilis aç kalmamak için bulabildiği her şeyi yiyebilmektedir. Hayatta kalmaları, araştırıcılıklarına ve uzun mesafelerde yiyecek peşinde koşmalarına bağlıdır. Habilisler kuru otla beslenecek biçimde evrimleşmek yerine kendilerine uyan yiyecek bulma yolunu tercih etmişlerdir. Bu ise onları kimi zaman yok olma tehlikesinin kıyısına getirmiştir. Üstelik yetenekli bir avcı olmadıklarını birçok kez yinelemiştik. Dolayısıyla o dönemde hayatta kalmanın yolu, leş yiyiciliğinden geçmektedir, Habilis’ler de öyle yaparlar.
Bu çelimsiz görünüşlü hayvanın beyin hacmi 300-350 cm3 kadardır. Açık alanda yiyecek arayarak dolaşmak aynı zamanda her an için av olmak anlamına geldiğinden toplumsal yaşamda yeni bir savunma düzeni gerekmektedir. Bir yandan sosyal yaşam gelişirken öte yandan alet yapımı da görülmektedir. Homo Habilis dünyada ilk alet yapan canlı olarak kabul edilmektedir. (30)  Çok ayrıntılı olmayan ancak işe yarar taş parçalar etlerin sıyrılmasında, kemiklerin kırılmasında kullanılmış giderek savunma silahları ortaya çıkmıştır. Taş araçları kullanmak yiyecek kaynaklarına daha kolay ulaşmayı sağlamaktadır. Daha önce avlanamayan bazı hayvanların avlanabilir hale gelmesi, ileride ortaya çıkacak çok yetenekli bir avcının habercisi gibidir (30). Beyni her ne kadar küçük görünüyorsa da, vücut beyin oranı açısından gerçekte iyi durumdadır ve bu nedenle çevrelerindeki diğer insanımsılara oranla daha zeki yaratıklardır.
4.1.4 Homo Rudolfensis
Aynı dönemde yaşamış bir başka insanımsı Homo Rudolfensistir (31). Habilise göre çok daha iridir ve yine çağdaşı Avustralopitekus Afrikanus’a benzemektedir ki Afrikanus aynı zamanda Boiseilerin atasıdır.
1.8 milyon yıl öncesine baktığımızda dünyada buzul çağı sürmektedir. Ancak arada ılıman, hatta sıcak dönemler de olmakta, bunun sonucu deniz seviyeleri sürekli değişmektedir. Dünyaya dev memeliler hakimdir, bütün kıtalara yayılmıştır. Kuzey Amerika, Avrupa ve Asya'da kılıç dişli kaplanlar, mamutlar, kürklü gergedanlar, uzun boynuzlu bizonlar, mastodonlar, dev kurtlar, develer; Avustralya'da dev kanguru ve vombatlar; Güney Amerika'da fil boyutlarında dev tembel hayvanları, dev armadillo benzeri gliptopontlar, o dönemde görebileceğimiz büyük boyutlu hayvanlardandır (32). Dolayısıyla açık alanlarda yaşamak avcılıktan çok av olmak anlamına gelmektedir. Ya da avcılık için daha da gelişmiş tekniklere gereksinim vardır. Bunu ise ancak zeki bir yaratık yapabilir.
4.1.5 Homo Ergaster
Homo Ergaster ortaya çıktığında şeker kamışıyla beslenen Boiseiler varlıklarını sürdürürken, Rudolfensis ve Habilis türünden insanımsılar yerlerini yeni bir türe bırakırlar. Dünyanın yeni sakinlerine günümüz bilim adamları “Homo Ergaster” adını verirler. Kabaca çalışkan insan anlamına gelmektedir. Kafatası 880 cm3 olarak ölçülmüştür, o yıllarda dünyanın en zeki varlığıdır. Sıcak ve kurak bir dönemin ürünüdür. İlk burun çıkıntısı onda görülür (33). Ve bu primat türü tamamen tüysüz, yani çıplaktır.
Ergaster’in neden tüylerini yitirdiği konusu uzun süre bilim adamlarını meşgul etmiştir. Çünkü tüysüzlük insanı diğer tüm primatlardan ayıran son derece belirgin özelliktir ve memeliler içinde çok az hayvan tüylerini bir şey uğruna feda etmiştir. Örneğin yarasaların kanatları tamamen tüysüzdür. Ama vücutlarındaki tüyleri korumuşlardır. Denizde yaşayan tüm memeliler tüylerini atmışlardır çünkü tüyler yüzmeyi zorlaştıran etmendir. Karada yaşayan ve tüylerini kaybeden fil vardır ama o da devasa boyutu yüzünden ciddi ısınma sorunları yaşamaktadır. Yani insan boyutunda olup da tüylerini yitiren bir başka hayvan hiç yoktur. O halde insan nasıl olmuş da tüylerini yitirmiştir? Gerçi merceklerle baktığımızda tüm vücudumuzun baştan aşağıya kıllarla kaplı olduğunu görürüz ama burada söylenmek istenen şey elbette bu değildir. Biz, göze görünen, tıpkı maymunlarda, gorillerde olduğu gibi vücudumuzu tamamen kaplayan bir örtüden söz ediyoruz.
Bu konuda pek çok kuram bulunmaktadır. Örneğin kimileri insanın gerçekte suda yaşayan bir memeliden evrimleştiğini ileri sürmüşler, kimileri de maymunlardaki belli bölgelerin tüysüzleşmesini örnek gösterip konuyu cinsel çekicilikle açıklamaya çalışmışlardır. Oysa tüysüzlüğün nedeni fizikte çok iyi bilinen bir yasanın sonucudur. “Çalışan makine ısı yayar” Eğer her hangi bir enerjiyi, harekete dönüştürüyorsanız, bu işlem sonunda mutlaka ısı açığa çıkar. Bildiğiniz gibi insanın temel enerjisi, kimyasaldır. Biz, karbon ve oksijenin tepkimesinden doğan enerjiyi kullanırız. Kaslarımıza verilen hareket emri, solunum yoluyla aldığımız oksijenin yakılmasından doğan enerji sayesinde yerine getirilir. Eğer daha hızlı hareket etmek istersek, daha hızlı solumalı, yani daha çok enerji üretmeliyiz. İşte bu işlem yan ürün olarak ısı açığa çıkarır, vücudumuz ısınmaya başlar ve artan sıcaklığın soğutulması gerekir. Gerçekte oksijen soluyan tüm canlılar benzer bir enerji biçimiyle çalışmaktadır. Homo Ergasterin yeryüzünde görüldüğü dönemde açık alanlardaki avcılar iki temel tipte soğutma tekniği kullanmaktadır. Birincisi kedilerde olduğu gibi belli bir zaman aralığında çok hızlı hareket etmekte ve avını bu süre içinde yakalayarak işini bitirmektedir. Başarısızlık halinde hayvan tekrar harekete geçmek için belli bir süre dinlenmeli yani vücudunda biriken ısıyı atmalıdır. İkincisinde ise köpeklerde olduğu gibi hareketler yavaştır, fazla ısı yaymaz ama tempo uzun süre korunabilir. Bunlarda da av, avcıdan daha dayanıksız olduğundan gücü tükenmekte ve yenik düşmektedir. Kediler hızlı hareket edebilmek için çok özel bir ayak biçimi geliştirmişler, parmaklarının uçlarına basarak dolaşmayı öğrenmişlerdir. Özellikle arka ayaklardaki kaslar son derece güçlü olup, hayvanı vücudundan 5-10 kat daha ileriye fırlatabilmektedir. Köpeklerde ise ağız yapısı özel bir şekilde düzenlenmiştir. Temel kan damarları burada bulunmaktadır ve hayvan sürekli hareket halinde iken fazla ısındığında ağzını açıp hızlı hızlı soluyarak kanını soğutma şansı elde etmekte, böylece uzun süre yol alabilmektedir.
Doğal koşulların Homo Ergasteri yetenekli bir avcı olmaya zorladığı dönemde, ilk memelilerin ormanlardan açık alanlara çıkmasının üzerinden neredeyse 60 milyon yıl geçmiş, hem kedi hem de köpek türleri neredeyse son şekillerini almışlardır. Yani Ergasterin böyle bir yol izleyecek biçimde evrimleşmesine yetecek zaman dilimi yoktur. Daha kestirme, daha basit ama etkili bir yol bulunmalıdır. Aksi takdirde türün yok olması kaçınılmazdır. İşte bu yol, vücudun deri yoluyla soğutulmasından geçmektedir ve derinin üzerinde kalın tüy tabakası istenen bir durum değildir. Doğal olarak tüylerin döküldüğü yerler, ısının yoğun şekilde açığa çıktığı noktalardır.  Milyonlarca ter bezi, terleme yoluyla ısıyı vücudun dışına atmaktadır. İleriye çıkık burun ise havayı nemlendirirken aynı zamanda soğutmaktadır. Bu öylesine etkili bir soğutma sistemidir ki, dönemin kurak ve çok sıcak günlerinde diğer hayvanlar gölgelik yer ararken Ergaster kolaylıkla avlanmasını sürdürebilmektedir (34). Ancak, burada tek paragrafta anlatılan olayların tam iki yüz bin yıl uzunluğundaki bir süreç olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Gerçekte olaylar yavaşça ama sürekli olarak gelişen bir yol izlemiştir. Homo Habilis giderek ısınan ve kuraklaşan iklimde yiyecek bulmak için uzun yollar aşmaya başlamış, bunun sonucu vücudunun kimi yerlerindeki kıllar dökülerek yerine ter bezleri gelişmiş olmalıdır. Kuşaklar boyunca birbirine aktarılan terleme yeteneği, artan ihtiyaç nedeniyle giderek artmış ve tüm vücudu kaplamıştır. Aradan üç yüz yıl geçtiğinde karşımıza çıkan insanımsı artık Homo Habilis değil, Homo Ergasterdir.
Ergasterin çıplaklığı kadar iyice gelişmiş beyni de ona büyük bir ayrıcalık kazandırmaktadır. Tüylerini dökerek yeni bedenini edinirken aynı zamanda beynini de geliştirmiştir. Peki, ama beyin nasıl büyür? Gerçekte beynimiz henüz anne karnında iken diğer organlara göre daha hızlı bir gelişme gösterir. Dünyaya gelen bebek maymunun beyni gelişiminin %75’ni tamamlamış durumdadır ve doğumdan sonraki altı ay içinde normal büyüklüğüne erişir. Hâlbuki biz insanlarda doğduğumuzda beyin gelişiminin ancak %25’ini gerçekleştirmiştir ve asıl gelişme doğduktan sonra gerçekleşir (35). Yeni doğmuş bebeğin kafa çapı 35 cm iken iki yıl sonra tam 50 cm’ye ulaşır. 19 yaşına kadar ise artış yalnızca 5 cm’dir (36). Üstelik bedenimizin gelişmesi, beynimize göre daha hızlıdır. İnsan ortalama 12 yılda kendi bebeğini oluşturabilecek kadar gelişmektedir. Oysa beyin büyümeyi neredeyse bir on yıl kadar daha sürdürecektir. Gelişimin doğduktan sonra da sürmesine neoteni (35) denmektedir ve bunun en belirgin örneği insanın kendisidir. Dolayısıyla insan yavrusu, doğduktan sonra var olan koşullara göre kendi gelişimini sürdürme şansına sahiptir. Açıkça söylemek gerekir ki, neoteni olmasaydı, insanın evrimi bu şekilde gelişemezdi. Homo Habilisten başlayarak et yiyici bir avcı haline gelmesi öncelikle beynin vücudu tam da koşullara uygun düzenleyebilmesine bağlıdır.
Ergaster et yiyici bir avcı olarak geliştikçe yaşamı da bu türe benzemeye başlamıştır. Eskiden ormanda bütün gün bir şeyler atıştırıp duran atalarımız artık belli aralıklarla yemek yemektedir. Üstelik karınlarını tıka basa doldurmaya, hatta bazı durumlarda yiyeceklerini depolamaya başlamışlardır. Ormanda yaşayan primatlar için beslenme bireysel bir davranış biçimidir. Kimse bir başkasına yiyecek taşımaz. Halbuki avcı olursanız, diğer bireyler için yiyecek taşımanız gerekir. Bu ise sürünün sabit bir yerde kalmasıyla mümkündür. Belki de Aferensiten başlayarak tüm sürünün belli bir alan içinde dolanması, giderek daha sosyal bir sürünün ortaya çıkmasını sağlamaktadır. Üstelik bebekler uzun süren bir çocukluk dönemi yaşamakta, bu sırada korunmaları gerekmektedir. Dişilerin görevi ise çocuklarına sahip çıkmaktır.
H.Ergastere ulaştığımızda atalarımızın karşılaştığı temel sorun, eski sürü lideri sisteminin ciddi biçimde sarsılmaya başlamasıdır. Ergaster dişileri için kaliteli erkek tanımında bir değişiklik olmamıştır. Sürünün en güçlü erkeği en kaliteli geni taşımaktadır. Ancak şimdi bireyler daha zekidir ve taştan yapılmış basit silahlara da sahiptir. Dolaysıyla eskinin gövde gösterilerinin yerini kanlı hesaplaşmalar almaya başlamıştır. Gerçi güçlü erkek de aynı silahlara sahiptir ancak birbirine yakın güçlerde her iki erkek de ciddi yaralar alabilmekte, deyim yerindeyse kaliteli genin görev yapacak hali kalmamaktadır. Ancak H. Ergaster henüz temel içgüdülerden sıyrılacak düzeyde zeki değildir. Dolayısı ile ufukta görülen korkunç bir tehlike onlar için pek de tehdit oluşturmamaktadır. Gerçi dişiler eskiye oranla daha etkin bir “gen” seçimi için hazırlığa girişmiştir ama açıkça söylemek gerekirse zeka henüz en güçlü gen olduğunu kanıtlayacak düzeyde değildir. Yine de toplumsal örgütlenme H. Ergasterin en önemli başarılarından bir tanesidir. Üstelik daha güzel çekici dişilerin evrimleşmesinde de ilk basamak rolünü üstlenmektedir.
Ergaster, yeni toplumsal yaşam biçiminin verdiği özgüvenle yiyecek peşinde koşarken daha iyi yerler umuduyla bulunduğu yeri terk ederek Nil nehri boyunca yukarıya doğru ilerlemeye başladı. Önce orta doğuya oradan da Asya’ya yayıldı. Yeni iklimler, koşullar insanın yapısında daha ileri değişimlerin habercisidir. Böylece farklı koşullarda farklı türlerin ortaya çıkması sağlanabilir. Afrikalı Ergaster binlerce yıl sonra bile aynı yerde kalırken, Asya ve Avrupa’ya yayılmış akrabaları yeni koşullarda yeni türler geliştireceklerdir. Asyalı yeni tür Homo erektüstür. Yani dik duran insan.
4.1.6 Homo Erektus
Homo Erektus’a geldiğinizde çeşitli kaynaklar arasında farklı görüşlerin ortaya çıktığını görürsünüz. BBC yapımı Walking with Caveman belgeselinde, Homo Erektus’un yalnızca Asya’nın bambu ormanlarında yaşayan bir insanımsı olduğu anlatılmaktadır (37).  Oysa internette Erektus’un iki  milyon yıl ile beş yüz bin yıl öncesinde yaşayan bir tür olduğu yazılıdır (38). Kimi kaynaklara göre bu günkü insanı oluşturan Homo Sapiensin atası  Homo Heidelbergensistir (39). Oysa aynı tablo başka bir biçimde de yazılmaktadır (40). Yaklaşım ne türlü olursa olsun, iklim koşullarının canlının evrimindeki etkileri çok açıktır. Üstelik iki milyon yıl öncesinin zor koşullarında bu etki daha da artmıştır. Yaşama sarılmak, var olmak zorunda kalan canlının yok olmamak için ortama uyması, o ortamda varlığını sürdürmede yeni yetenekler geliştirmesi gerekmektedir. Böylece Afrikalı Homo Ergaster, yiyecek peşinde koşarak tüm dünyaya yayılınca, çeşitli iklim ve yaşam koşullarına uygun yeni türlerin gelişmesi kaçınılmazdır. Ancak temel özelliklerdeki evrimleşme için süre yetersiz olduğundan, gelişme atalarımızın o anda gelişmeye en yakın uzuvlarında yani beyinlerinde gerçekleşmiştir. Bu, daha zeki bir avcı anlamına gelmektedir. Zeka ise yaratıcılık demektir.

Üst üste şimşeklerin çaktığı, birkaç tane yıldırımın düştüğü fırtına yavaşlayıp durmaya yüz tuttuğunda, dev ağaçların altında yağmurdan korunmaya çalışan otuz kadar H. Erektus bulundukları yerden ayrılarak, çamurlara bata bata nehrin önündeki parlak ışığa doğru yürümeye başladı. Erkekler önden gidiyor, çocuklarını kucaklarına alan dişiler ise geriden geliyordu. Parlak ışığın yanan ağaçlar olduğunu biliyorlardı ve düşen yıldırımın öldürdüğü hayvanların leşleri onları bekliyor olabilirdi. Zahmetsiz bir akşam yemeği şöleni fırtınaya katlanmanın hediyesi gibiydi.
Nehire ulaştıklarında yanılmadıklarını anladılar. Çatırdayarak yanan iki büyük ağacın çevresi ölü hayvanlarla doluydu. Ama bir sorun vardı. Yangın öylesine yüksek sıcaklık yayıyordu ki hayvanları oradan almak mümkün değildi. Cesur H. Erektus erkekleri bir yere kadar ilerliyor sonra vücutlarından buharlar çıkmaya başlayınca da acı içinde haykırarak geriye kaçıyorlardı. Yine de yangın küçülüp sönmeye yüz tutuncaya kadar denemekten vazgeçmediler.
Ölü hayvanlara ulaştıklarında birçoğu öylesine kötü yanmıştı ki kömürleşmiş etleri kullanmak mümkün değildi. Ama bazıları da nar gibi kızarmıştı. Özellikle çocuklar bunları iştahla yiyorlardı. Anneler mutlu olmuştu, çocuklarına bol bol kızarmış et verdiler. Bir süre sonra tüm pişmiş etleri tüketmişlerdi ama çocuklar daha et istiyor, çiğ olarak verildiğinde ise yaygarayı basıyorlardı. Ve dişilerden biri o güne kadar kimsenin aklına gelmeyen bir şey yaptı, yerdeki etlerden bazılarını alıp, yanan ateşe attı. Dikkatle alevleri gözledi, sonra kocaman bir sopa kullanarak eti ateşten aldı. Böylece pişirdiği parçayı merakla kendisini izleyen küçük çocuğa verdi, çocuk neşe içinde pişmiş eti ağzına attı. Biraz sonra tüm H. Erektuslar ellerindeki yiyeceklerin hepsini ateşe atıp pişirmeye başlamışlardı.
Ateşin bulunması Homo Erektusun en önemli başarısıdır. Gerçi dünyadaki tüm canlılar bir şekilde ateşle tanışmışlardı. Yanardağ patlamaları, yıldırımlar büyük yangınlara yol açabiliyordu. Hatta o sonsuz sayılan ormanların iklimin kurumasıyla azalmasının nedenleri arasında çok büyük orman yangınları önemli bir yer tutmuş olmalıdır. Ancak ateşin keşfiyle anlatılmak istenen şey, onun kontrol altına alınmış olmasıdır. Yani rastlantıyla yanmış bir ağaç değil, bilerek ve isteyerek ateş yakma tekniğinin geliştirilmesidir. Bu yapıldığında tarihler tam bir milyon dört yüz bin yıl öncesini göstermektedir (41). Ateş hem besinlerin daha kolay sindirilmesini sağlayabiliyor (pişirme işlemi) hem de dönemin tüm vahşi hayvanlarını korkutuyordu. Etlerin pişirilmesi son derece önemlidir. Çünkü insan sindirim sistemi doğrudan et tüketimi yapabilecek durumda değildir. Daha önce de belirtildiği gibi primat olan atalarımızın sindirim sistemi otçul hayvanlara benzemektedir. Bunlarda sindirim ağızda başlamakta, uzun bir sindirim sisteminden geçerek gerekli maddeler alınmaktadır. Halbuki etçil hayvanlarda, etin hızlı bozunumundan ötürü bir risk vardır. Eğer eti uzun süre vücudunuzun içinde tutup sindirmeye kalkarsanız, et bozunur ve bunun sonucunda tehlikeli zehirler ortaya çıkar. O nedenle et yiyen hayvanların sindirim sistemi, otçullara göre çok daha kısadır, sindirme işlemi hızla tamamlanıp bitirilmelidir. Bunu yapabilmenin en temel koşulu ise, etçil hayvanların neredeyse on kat daha fazla asit üretmeleridir. Dolayısıyla, ateşin bulunmasından önce de et yiyebilen atalarımızın et tüketimleri son derece sınırlı olmaktadır. Tüketilen et türü, insan sindirim sisteminde kolayca sindirilebilen kısımlardır. Temel beslenme şekli bitkiseldir ama arada avlanan bazı hayvanlar da besin olarak kullanılmaktadır. İşte ateşin bulunması, etin sindirimi açısından insana son derece uygun bir yöntemin, pişirmenin ortaya çıkmasını sağlamış, beynin gelişmesi için gerekli olan proteinler kolayca alınmaya başlanmıştır. Bundan böyle atalarımız beyin açısından daha hızlı evrimleşebileceklerdir.
Hızlı evrim sürecine giren Homo Erektus taş araçların üretim tekniklerinde önemli gelişmeler sağlamıştır. Taş aletler daha simetriktir. Bunun da kaliteli bir yaşamın üzerindeki etkileri çok açıktır. Böylece küçük öbekler halinde yaşayan atalarımızın nüfusları artmakta, artan nüfus yiyecek peşinde dünyanın dört bir yanını dolaşmaktadır. Ancak bu göçler öyle pek de sorunsuz değildir. Örneğin Anadolu’da bulunan bir Erektus kafatasında tüberkülozun yol açtığı bozunma görülmüştür. Bunu inceleyen bilim adamları, Afrika’dan göç ettiği sırada siyah renkli olan Erektus’un derisinde daha az D vitamini oluştuğunu, bu nedenle iskelet ve bağışıklık sisteminin zayıfladığını ortaya çıkarmışlardır (42). Yani siyah derili atamızın göç yeteneği sınırlıdır.
Homo Erektus’un beyni 850 cm3’ten başlayarak 1100 cm3 kadar değişmektedir. Bu da bize Erektus beyninin hızla geliştiğini göstermektedir. Ama aynı zamanda evrimin bir süreç olduğunun, gelişimin sürekliliğinin de kanıtıdır. Ergasterin beyin hacminin 850 cm3 olduğunu söylemek neredeyse beş yüz bin yıl boyunca yaşayan tüm Ergasterlerin aynı ölçülere sahip bulunduğunu göstermez. Ondan bir önceki türün beyin büyüklüğünde ulaştığı en son noktayı anlatmaktadır. Dolayısıyla beyinin gelişmesini ölçebilmek için farklı bir yöntem bulunması gerektiği bilim adamlarınca da kabul edildiğinden beyinleşme katsayısı denilen bir hesaplama tekniği ortaya konmuştur.
                Beyinleşme katsayısı = 0.0589 (türün vücut ağırlığı)0.76
Buna göre hesap yapıldığında Afarensisin 2.2, A.Aoiseinin 2.6, H.Habilisin 3.1, Erektusun ilk dönemlerinde 3.3 ve daha sonra 4 beyinleşme katsayısına sahip oldukları bulunmuştur (43).
Homo Erektusun yeryüzünde dolaştığı çağda görülen gelişme yalnızca ateşle sınırlı da değildir. Öncelikle daha iyi balta yapılmaya başlamıştır. Bu son derece önemli bir keşiftir. Çünkü iyi silah, avın öldürülmesi ve işlenmesi süresini oldukça kısaltıyordu. Ergasterin hiçbir zaman aklına getiremediği bir sopanın ucuna taş bağlama düşüncesini, H.Erektus hem oluşturmuş hem de daha kaliteli bir üretim sürecine bağlamıştı. Gerçekte taş balta yapmak basit bir iş değildi. Öncelikle her taş balta yapımına uygun değildir. Bunun için çakmaktaşı ve bazalt kullanılırdı. Üstelik herkes balta yapamıyordu. Taşı büyük bir maharetle yontmanız gerekiyordu ki bunu beceren sınırlı sayıda insan vardı. Bu özellik daha sonra karşımıza ilk iş paylaşımı ve meslek olarak çıkacaktır.
Afrika’da açık alanlarda, genellikle ağaç altlarında yaşayan Ergasterlerin aksine, H. Erektus, mağaraları da kullanmaya başlamıştı. Kapalı bir mekan düşüncesi daha sonra el yapımı evlere dönüşecek, Erektus aynı zamanda ağaçtan yapılmış ilk basit kulübeleri inşa edecektir (44).
H.Erektus sürüsü kayalıkların arasında derin uykuya dalmıştı. Bir tanesi hariç. O gözlerini parlak yıldızlara dikmiş öylece gökyüzüne bakıyordu. Eliyle omzunu tuttu, her tarafı ağrıyordu. Sürünün en güçlü erkeği, onu bir dişi ile çiftleşirken yakalamış, öldüresiye dövmüştü. Eğer dar kayalıkların arasına kaçmayı akıl etmese belki de gerçekten ölmüş olabilirdi. İri yarı baskın erkeğin geçemeyeceği aralıklar hayatını kurtarmıştı.
Çelimsiz Erektus o anda dişi ile çiftleşmesini anımsadı. Aldığı zevk öylesine büyüktü ki, yarın yine öldüresiye dayak yemekten korkmadan yeniden o dişi ile çiftleşebilirdi. Birden aklına parlak bir fikir geldi. Neden bunu daha önce düşünmemişti? Yerinden doğruldu, baskın erkeğe baktı. İşte orada, dişilerin koynunda derin bir uykuya dalmıştı. Kararlı bir tavırla kayaların üzerine tırmandı, çevreye bakındı, kocaman bir taşı güçlükle yerinden kaldırdı, sessizce baskın erkeğe doğru ilerlemeye başladı.
Baskın erkeğin yanında uyuyan dişi gözlerini açtı. Hemen arkalarındaki kayanın tepesine tırmanan çelimsiz Ergasteri gördü. Elindeki kocaman taşı yukarı çıkarmaya çalışıyordu. Ne yapmak istediğini anlamadı, sessizce izlemeye başladı. Çelimsiz Ergaster kayanın üzerine çıktı, elindeki taşı olanca gücüyle hemen altta yatan baskın erkeğin kafasına fırlattı. Tok bir çarpışma sesi, baskın erkeğin ne olduğunu bile anlayamadan ölümünü haber veriyordu. Onu izleyen dişi çığlık atarak yerinden fırladı, tüm sürü kısa sürede uyandı. Hepsi yerde öylece cansız yatan baskın erkeğin başında toplanmışlardı. Ne olup bittiği tam olarak kavrayamamışlardı ama zekanın giderek arttığı yerde gücün her zaman kocaman bir gövde anlamına gelmediğini kısa sürede öğreneceklerdi.
Peki daha zeki olan, ateşi baltayı kullanabilen H. Erektusun dişileri kaliteli gene ulaşmak için nasıl bir yol izliyorlardı? Önceki tür, H.Ergaster de başlayan dişilerin kaliteli geni seçme çabaları gelişiyordu. Erkekler arasındaki liderlik kavgaları daha sıklıkla ölümcül olması gerekiyordu çünkü zeka ve silah önceleri hiç olmadığı kadar gelişmişti, rakibini yenmek için yeni taktikler uygulanıyordu. Gerçekte günümüzde normal yollardan ulaşabileceğiniz hiçbir kaynak o dönemdeki liderlik savaşları hakkında fazla bir bilgi vermemektedir. Oysa bu konu ayrıntılı biçimde tartışılmalıydı. Çünkü günümüzde ulaştığımız uygarlık çizgisinde, o yıllara ait pek çok iz bulunmaktadır. Öncelikle türümüz akrabalarımız şempanzelere göre kıyaslanamayacak düzeyde seks düşkünüdür. Yakınlaşmalar, koklaşmalar ve cinsel ilişki şempanzelerde dakika hatta saniyelerle ölçülebilen sürelerde yapılır. Dişiler gebe kaldığı anda her türlü cinsel ilişkiden kesilirler. Doğumdan sonra süt verdikleri sürece ilişki kurmazlar. Oysa türümüzün ilişkileri ancak doğum öncesi ve biraz da sonrasında sınırlanabilir (45).
İşte, temel cinsel davranış biçimlerimizin şekillendiği dönem H. Erektus’un yaşadığı çağlar olmalıdır. Çünkü erkekleri kanlı bir hesaplaşmadan kurtarmanın başkaca yolu bulunmamaktadır. Eğer H.Erektus ataları gibi bir şeflik kavgasıyla liderini seçme yolunu kullanmış olsaydı, erkeklerin elindeki gelişmiş baltalar yüzünden nesli tükenebilirdi. Birçok belgeselde izlemiş olmalısınız. Lider maymun, kendisine karşı gelen rakibiyle karşılaşır, ani hareketlerle koşuşturmalar, çığlıklar duyulur, çok kısa süren bir temas yaşanır ve taraflardan birisi diğerinin üstünlüğü kabul ederek hızla oradan uzaklaşır (46). Goriller daha cüsseli olduklarından hareketler yavaştır. Ama ana ilke hiç değişmez. İki goril güreşiyormuş gibi birbirine el ense çeker, rakibini yere yatırmaya çalışır, bir süre sonra yenilen kaçmanın çarelerini arar, oradan uzaklaşır (47). Güçlü erkek rakibinin üzerine yürür, ona üstünlüğü kabul ettir ve kaçırır. Tüm maymun türleri için geçerli bu çatışma kuralı ne yazık ki insan türlerinde pek de kullanışlı değildir. İri yarı H.Erektus’un rakibinin üzerine yürüdüğünü varsayalım. Ufak tefek olan rakip, normal yollardan diğerini yenemeyeceğini daha ilk bakışta hesaplayacaktır. Sonra kendinden güçlü tüm hayvanları avlarken yaptığı gibi taş baltasını kapıp saldırıya geçecektir. Diyelim ki güçlü olanın da elinde balta vardır. Bu durumda çelimsiz olan belli bir an için mücadeleden vazgeçmiş gibi görünüp, örneğin rakibi su içerken, yani savunmasızken baltasını kafasına indirebilir. Ya da şef uyurken onu öldürmemesi için hiçbir neden yoktur. Türün neslini tehdit eden böylesi bir yeteneğe karşı çözüm geliştirmek pek de kolay değildir. Ama evrimin buradaki avantajı şudur. H.Ergasterden H. Erektus’a geçiş öyle bir günde gerçekleşmiş değildir. Belli bir sürede, üç ya da dört yüz bin yıl boyunca gelişen olaylar zinciri biçiminde değişiklik söz konusudur. Böylece iyiye giden yolda pek çok deney yapma olanağı vardır.
Duruma bir çözüm bulunmazsa H. Erektus’un yeryüzündeki varlığı, erkekler arası şiddetli rekabet nedeniyle tehlikeye düşecektir. Erektus dişileri toplum içinde daha etkin bir rol oynayarak kanlı hesaplaşmaları durdurmaya çalışıyordu. Yeterli olmayan zeka, henüz tam olarak çözüm üretemese de, dişilerin araya girmesi türün varlığını sürdürmesi açısından önemlidir. Lider konumundaki erkeğin yanında dişiler ve diğer erkekler daha özgür bir yaşam sürdürebilirler.  Haremdeki bazı dişiler, baskın erkeğin görmediği ya da görmezden geldiği durumlarda farklı erkeklerden hamile kalabilirler. Böylece toplumsal gerilim büyük ölçüde giderilmiş olur. Ve bu gelişmenin tek bir mantıklı açıklaması vardır. Zeka aynı zamanda dişilere de seçme konusunda yeni gelişmeler sunmaktadır.
O güne değin yeryüzündeki dişilerin hiç birisi kaliteli gen için seçme hakkı kullanmamıştı. Tersine kaliteli gen, pek çok sınavdan geçip dişilere kendisi ulaşırdı. Bu kavram, erkek egemen toplum düşünürleri tarafından kadının seçme hakkının olmadığı gibi yorumlanabilirse de şüphesiz doğru yaklaşım, doğanın dişiye verdiği önemdir. Dişiler en kaliteli geni alarak nesli bir sonraki adıma aktarırlar. Onlar için her şey önceden hazırlanır. Ama ilk kez H. Erektus dişileri, türlerinin yok olmasını önlemek adına sorumluluk yüklenmek zorunda kalıyorlardı. Zeki erkeklerin güç savaşı artık ölümcüldü.
Dişilerin işe el atarak erkekleri kendilerinin seçmesi sosyal olduğu kadar ciddi teknik yenilikler anlamına geliyordu. Eski sistemde baskın erkek, topluluktaki tüm dişilere gen aktarıyordu. Diğer erkekler sıralarını bekliyor, bu arada küçük kaçamaklarla yetiniyorlardı. Ender görülen bir olay ise, dişilerin “kalite” konusunda yeterince tatmin olmadıklarında baskın erkeği topluluktan kovmalarıydı. Dolayısıyla doğada dişilerin arada bir kullandıkları “seçme” tekniği zaten bulunmaktaydı. Büyük ölçüde koklamaya dayanan bu teknik atalarımız tarafından giderek geliştirilecek ve kaliteli erkeği bulmakta temel yöntem olarak karşımıza çıkacaktır.
Dolayısıyla, H.Erektus’un geliştirmeye başladığı çözüm bizi yakından ilgilendirmektedir çünkü gelecekte kadınların ulaşacağını umduğumuz düzeyin temeli gerçekte bundan bir milyon beş yüz bin yıl önce atılmıştır. Doğada güçlü erkeğin amacı, dişilerin dolayısıyla türün geleceğinin korunması ve kollanmasıdır. Tüm primatlarda erkekler yalnızca kaliteli gen taşımazlar. Aynı zamanda sürünün sağlıklı bir şekilde yaşamını sürdürmesi için düşmanlarına karşı savaşma görevini de yüklenmişlerdir. Yani sürü dışarıdan tehdit aldığında tüm erkekler birlikte hareket ederler. Çünkü değerli olan dişilerdir, neslin sürdürülmesi onlara bağlıdır, olağan üstü durumlarda erkek kolayca feda edilebilir. Elimizde kesin kanıtlar olmasa da bundan bir milyon yıl önce nüfus sayımı yapılsa, kesinlikle kadınlar erkeklerden sayıca daha fazla çıkarlardı.
O dönemde açık alanda avlanmak da oldukça tehlikeli bir girişimdi. H. Erektus sürüleri topluca ava çıkıyordu ama çocuklar ve kadınlar avlanmanın gerektirdiği hareketliliği sınırlıyordu. Erkekler ava giderken dişileri ve çocukları geride bırakma zorunda kalıyorlar bu ise sürünün başka avcılar tarafından saldırıya uğraması tehlikesini artırıyor, yaşlıların ve bir kısım genç erkeğin gözetiminde dişilerle çocukların av sahasının belli bir noktasında bekletilmesi gerekiyordu. Kalan erkekler guruplar halinde ava çıkıyorlardı. Avlanan hayvanlar çoğunlukla diğer yırtıcıların da peşinde olduğu canlılardı ve bu nedenle sıklıkla dev bir kaplan ve ya kurt ile çarpışmak da gerekebilirdi. Ava giden erkeklerin kaç tanesinin sağlam olarak geri döneceği pek de belli olmuyordu. Dolayısıyla bu kadar tehlikeli bir girişim elbette çok değerli dişiler tarafından değil, her zaman yeri doldurulabilen erkek türleri tarafından yerine getirilirdi. İşte bu nedenledir ki avcılık erkeklere özgü bir davranış biçimi haline gelmiş, erkekler dişilere göre daha üst fiziksel özellikler kazanmışlardır. Ama erkeğin, “dişilere en kaliteli geni sağlamak ve onu tehlikelere karşı korumak” olarak tanımlayabileceğimiz temel görevlerinde değişiklik olmamıştır. Sürüdeki erkeklerin dış tehlikelerin büyüklüğü nedeniyle giderek sayılarının azalmasının üzerine ayrıca kendi içlerinde ölümcül rekabete sürüklenmesi türün devamı açısından tam bir tehdit oluşturmaktadır ve kesinlikle önlenmesi gerekmektedir.
Sorun yalnızca erkekler arası rekabet de değildir. Gen aktarımı açısından çok ilginç bir durum ortaya çıkmak üzeredir. Avlanma işi sürünün en güçlü erkeklerinin yapabileceği bir işti. Tehlikesi ve zorluklarını yukarıda saymıştık. Ava giden erkekler aynı zamanda sürünün en kaliteli genlerini de beraberinde götürmekte, geriye ava çıkamayacak durumda olan çok genç ve sürünün korunmasını sağlayan az sayıda erişkin erkek kalmaktadır ki işte bu az sayıda erişkin kendisini bir anda haremin başında bulacaktır. Çünkü onları durduracak kimse yoktur. Gelişen zeka, her erkeğin hayalini süsleyen gen aktarma işlemini başlatmak için fırsatı kaçırmayacaktır. Aynı sorun diğer tüm memelilerde geçerlidir. Ama orada temel içgüdüler söz konusu olduğundan, olay erkekler arasında her hangi bir soruna yol açmamaktadır. Halbuki zeka, erkekleri bu nedenle de rekabete sokabilir, kimse ava gitmek istemeyebilir.
 Görüldüğü gibi zekanın artması aynı zamanda erkekler arası rekabeti artırmakta ve türün geleceğini tehlikeye atmaktadır. Rekabetin kabul edilebilir düzeylere indirilmesi gerekmektedir. Ama nasıl?
Çözüm, dişilerin işe el atmalarıyla sağlanacaktı. H.Erektus toplulukları belli sayıda insan barındıran öbekler halinde yaşıyorlardı. Avcılık, erkekler arasında daha önce hiç olmadığı biçimde bir yakınlaşma ve birlikte hareket etmeyi gerektiriyor, bu durum şefin etkinliğini ciddi şekilde azaltıyordu. Çünkü primatların beslenmesi için meyve ağaçlarını dolaşmaları yetiyordu. Dolayısıyla yiyecek bulmak şefin temel sorunlarından bir tanesi değildi. Halbuki şimdi H.Erektus avlanmak zorundaydı ve bu iş ekip çalışmasıyla yapılıyordu. Sonuç olarak aynı topluluğun bireylerinin birbirlerine yakınlaşması, erkek dişi davranışlarda giderek çiftler biçiminde bir yaşam şekli oluşturmaya başladı. Tüyleri olmayan bu primat türünün dişilerinin vücutları giderek daha çekici bir hal almaktaydı. Erkekler doğrudan çocuk doğurmayı hedeflemeyen biçimde cinsel ilişki içine girmeye başlamışlardı. Yukarıda da belirttiğimiz gibi öteki primatlar arasında öyle uzun boylu kur dönemleri yaşanmaz. Kısa süren işaretleşmeler, belli yüz ifadeleri, belli seslerin çıkarılması ve koklaşmaların ardından hemen çiftleşme gelir. Şebeklerde yapılan ölçümlerde çiftleşmenin yalnızca yedi sekiz saniye kadar sürdürdüğü görülmüştür (46). Oysa türümüzde bu işlemler çok daha uzundur, üstelik üremeyi amaçlamayan davranışlara dönüşebilmektedir. Ama en önemli gelişme H.Erektus dişilerinin giderek güzelleşmesidir. Bu erkeği kendine çekmenin en kestirme yöntemidir.
Kadınların güzelleşmesi erkekler arası rekabeti daha da artırmaz mı? İlk bakışta artırabilir ama işin içine kadının sorunu çözmesini koyarsanız taşlar yerine daha düzgün olarak oturur. Şimdi kadın, güzelliği ile kendisine çektiği erkekler arasından bir tanesini seçip onun genini kullanabilir ve sağlıklı çocuklar doğurur. Dolaysıyla erkekler arası rekabet, bir kadını ilişkiye ikna etme yeteneği ile sınırlandırılır ki bunun ölümcül olmadığı çok açıktır. Yani cinsel ilişki için artık sürünün şefi olma gereği çoktan tarihe karışmış, kadınlar ve erkekler kendi doğal davranışları içinde birlikte olmaya başlamışlardır. Bu daha gelişmiş bir sosyal yaşam anlamına gelmektedir.
Günümüzde görülen o yuvarlak hatlı çok güzel hanımların ortaya çıkması için neredeyse bir milyon yıl geçmesi gerekiyordu ama H.Erektus’un dişileri sosyal yaşamda giderek daha etkin rol almaya başlayabilirlerdi. Doğanın kadınlara kazandırdığı diğer bir özellik yalnızca güzellikleri değil aynı zamanda cinsel ilişkiden en az erkekler kadar zevk alabilme yeteneği idi. Kadın, birlikte olduğu erkeğe hem zevk vermekte hem de ondan zevk alabilmektedir. Bu, çiftleri çok uzun süre bir arada tutabiliyordu. Bunun en önemli sonucu ise, primatların binlerce yıldan beri kullanmakta olduğu harem sisteminin kesin olarak yıkılması oldu. Çünkü belli bir zaman dilimi içinde belli bir erkeğe bağlanan dişileri bir harem yaklaşımıyla toplamak artık mümkün değildi. Kadınlar evrimlerini bu yöne çevirdiklerinde daha da güzelleşecekler, çekicilikleri ve bunun sonucu toplum içindeki etkinlikleri başka hiçbir canlıda görülmeyecek şekilde artacaktır. Ama ilerde ayrıntılarıyla tartışacağımız gibi gelecekte erkekler egemenliği ele geçirir geçirmez ilk yaptıkları iş kendilerine bir harem kurmak olacaktır.
H. Erektus’un yaşadığı dönemde iklim ılıman koşullar sunuyor, böylece bollaşan bitki örtüsü sayesinde topluluklar göreceli olarak düzgün bir yaşam sürdürebiliyorlardı. Ama en önemlisi o dev memeliler artık iyice azalıyor, yerlerini insana göre daha kabul edilebilir boyutlarda yırtıcılara bırakıyorlardı. Böylece neredeyse beş yüz bin yıl boyunca H. Erektus kendi yaşam döngüsü içinde varlığını sürdürebildi. Ateşi kullanması, daha iyi baltalar üretmesi ve de mağaralara yerleşmesi bazı H. Erektus türlerinin ileri bir yaşam düzeyi tutturmasını sağlamıştı. Avcılık artık oldukça ilerlemiştir. Kimi baltalar uzamış giderek mızrak gelişmiştir. Bu silah avı uzaktan yakalamayı sağlamakta ama en önemlisi elle belli bir mesafeye kadar fırlatılabilmektedir. Böylece yırtıcılarla bire bir karşılaşmadan onları öldürme şansı doğmuştur. Bundan sekiz yüz bin yıl öncesine ulaştığımızda dünyanın hemen her yerinde H. Erektus ile karşılaşmak mümkündür ama arada farklı bir tür de görülmektedir. Bu yeni türün adı H. Heidelbengensistir.
4.1.7 Homo Heidelbengesis
H.Heidelbengesisin beyni ortalama 1350 gr gelmektedir. Dıştan görünüşte bize daha çok benzemiştir. Avrupa’dan Afrika’ya kadar pek çok yere yayılmıştı. Gerçekte bu dönem için kaynaklar birbirinden farklı şemalarla olaya yaklaşmaktadırlar. Kimilerine göre H.Helidelbengesis daha sonra H.Sapiense dönüşecektir (50). Kimisi ise H. Sapiensi doğrudan H. Erektusun daha  gelişmiş biçimi olarak kabul etmektedir (51). Üstelik gerçek bunlardan daha farklı bir şekil göstermiş de olabilir. Günümüzde bunları gözlemleme şansımız hiç bulunmamaktadır. Ancak, ateşin kullanılmasıyla başlayan, kaliteli taş baltaların yapılması ve mağaralarda toplu yaşama geçilmesiyle ortaya çıkan yeni yaşam biçimi elbette evrim açısından H.Erektusun daha da gelişmesine neden olabilirdi. Ama evrimde hiçbir şey basit değildir. Eğer olağan üstü bir değişiklik görülmezse bu tür milyonlarca yıl boyunca aynı da kalabilirdi.
Homo Heildelbergensis, taş silahlarını ve ateşi mükemmel kullanıyor, aile yaşamını geliştiriyordu. Sosyal yaşam yeni ihtiyaçlar ortaya çıkarıyor, zeka sorunlara çözümler buluyordu. Kadınlar topluluk üzerinde giderek daha etkin rol oynamakta ve toplu aile diyebileceğimiz bir düzen oluşmaktadır. Ama daha önce topluluğun kendi içinde anlaşmasını sağlayabilecek bir atılım gerçekleşmeli ve insanlar arasında önce işaretleşme, daha sonra da seslenme ile gelişen yeni bir haberleşme sistemi kurulmalıdır. 
Yeryüzündeki tüm canlılar birbirleriyle haberleşir. Burada kullanılan teknik vücut dilidir. Örneğin kediniz sizden yiyecek isterken ne yapar? Gözlerinizin içine bakar, yalanır ve miyavlar. Bu “bana yiyecek ver” demenin kedi dilindeki anlatımıdır. Köpekler de benzer bir yol izler. Yemek kabını ısırır, havlar, kuyruğunu sallar ya da yem torbasını koklar. Gerçekte atalarımız da haberleşmek için önceleri buna benzer teknikler kullanıyorlardı. “Evet” anlamında başımızı öne eğmemiz, “Hayır” anlamında kaşlarımızı yukarı kaldırıp başımızı geriye atmamız ya da iki yana sallamamız, “gel” demek için elimizi uzatıp parmaklarımızı içeri kıvırmamız, günümüzde bile kullandığımız haberleşme tekniklerindendir. Şüphesiz atalarımız zamanında bu türden çok fazla sayıda işaret bulunuyordu ve onlara çoğunlukla çıkarılan bir ses eşlik ediyordu (64). Örneğin uygun durumda bir av hayvanı bulan ilkel insan bunu kabilenin diğer üyelerine o hayvana ait sesi taklit ederek anlatmaya çalışırdı. Böylece Homo sapiense kadar gelişen insanlar daha çok pandomime benzeyen bir dili zaten geliştirmişlerdi. Üstelik yapılan hareketleri seslerle de zenginleştiriyorlardı. Ancak bu görsel dilin çok ciddi bir sorunu vardı. O da yalnızca diğerlerinin sizi tam olarak görebildiği durumlarda derdinizi anlatabilirdiniz. Örneğin geceleri zifiri karanlıkta bu dillerle haberleşme şansınız yoktu (65).
Çeşitli kaynaklar ilk konuşan insanın kim olduğu konusunda farklı bilgiler veriyor. Gerçekte bu son derece doğal. Çünkü konuşma kavramından neyi anladığınıza göre durum değişiyor. Şüphesiz H.Erektus da haberleşebilmek için belli sesleri çıkarmaya çalışıyordu. Ama sorun gırtlak yapısının her seferinde aynı sesi aynı biçimde çıkaramamasıydı. Bu, sesle haberleşmenin önündeki en önemli engeli oluşturuyordu ve gırtlağımızın düzenli sesler çıkarabilecek biçimde evrimleşmesine neden oldu. Çünkü H. Sapiens döneminde haberleşme neredeyse var olmak kadar zorunlu hale gelmişti. İlk sözcükler, jestlerle yaptığımız anlatımların dile çevrilmiş haliydi. Basit dillerde belli hareketler belli sözcüklerle anlatılmaktadır. Örneğin Eve kabilesinin dilinde yürümek “zo dze dze” iken emin adımlarla yürümük “zo boho boho” dur. Şişman insanın yürümesi ise “zo bula bula” ile anlatılmaktadır. Görüldüğü gibi sözcükler doğrudan jestlerle, işaretlerle anlatmaya çalıştığımız hareketlerin karşılığı olmaktadır (65).
Elbette Heidelbergensisin tam olarak konuştuğunu söylemek mümkün değil. Ancak sosyal gelişmeler öyle bir yola girmiştir ki artık dil oluşması neredeyse zorunluluktur ve evrim insan fizyolojisini bunu olanak verecek şekilde değiştirerek mükemmel bir konuşma aygıtı ortaya çıkaracaktır. 700.000 yıl önce yeryüzünde görülen Heidelbergensis, bundan iki yüz bin yıl önce, konuşmanın ilk örneklerini vererek sessizce tarihten siliniyordu. Çünkü iklim bir kez daha değişmiş, yeni ortamda Heidelbergensisin yaşama olanağı kalmamıştı.
4.1.8 Neandertal
Bilimsel çalışmalar dünyanın beş temel buzul çağı yaşadığını gösteriyor (66). İşte bunlardan sonuncu tam iki yüz bin yıl önce gerçekleşmiştir. O sırada dünyanın birçok yerinde H.Erektus varlığını sürdürmektedir. Buzul çağı farklı coğrafyaları farklı etkiler. Avrupa’daki türler yoğun kış koşullarında yaşam savaşı vermeye başlarlar, Afrika ise resmen kurur.

Avrupa öylesine kötü koşullar sunuyordu ki orada var olmak günümüz koşullarında bile neredeyse olanaksızdı. Ama bundan iki yüz bin yıl önceki insanlar yaşama tutunuyorlar. Fakat başarı H.Erektusun değildi. Yeni bir tür gelişmişti. Neandertal insanı adı verilen bu türün boyu nadiren 1.65 m’yi geçiyordu. Burun delikleri bizimkilere göre çok daha iri ve yaygındı, ani hareketlerde aşırı ısınan vücutlarını daha iyi soğutuyor, zor koşullarda terleme tehlikesini ortadan kaldırıyordu (67). Avladıkları hayvanların kürklerini sarınarak soğuğa karşı korunuyorlardı. İnanılmayacak kadar dayanıklıydılar. Günlerce yemek yemeden av peşinde koşabiliyorlardı. Çok ilkel de olsa konuşmanın ilk örneklerini vermeye başlamışlardı. Farklı olaylara farklı sesler çıkarabiliyorlardı. Avcılığın temel koşullarından bir tanesi de haberleşmenin geliştirilmesidir. Olağan üstü soğuk dönemlerde bu koşul daha çabuk gerçekleşiyordu. Ve yeni dayanıklı tür, geliştirdiği yeteneklerini binlerce yıl boyunca kullanacak ve günümüzden otuz bin yıl öncesinde bile varlığını sürdürecektir. Hatta kimileri, bazı insanların yapılarına bakarak onların halen var olduğunu ileri sürebilmektedir (68). 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

17.Bölüm - Erkek egemen toplum tarihi

16.Bölüm - Görünmeyen zincir, bekaret

18.Blüm - Tüketim toplumu