10.Bölüm - Tarım toplumuna doğru
10. Tarım Toplumuna Doğru
Doğu Akdeniz kıyılarında çok önemli iki bitki, yabani buğday ve arpa
doğal olarak yetişmekteydi. Bölgede yabani sığır, keçi, koyun ve domuz
bulunuyordu. Buradaki insanlar yabani buğday ve arpayı toplayıp besin olarak
kullanmaya başladılar. Kadınlar dikkatli bir çalışmayla şunu ortaya çıkardılar.
Topladıkları buğdayı toprağa ektiklerinde bir süre sonra toprağın üzerinde yeni
buğday başakları görünüyordu. Tek bir buğday tanesinden kocaman bir başak elde etmek
mümkündü. Ve küçük alanlarda buğday ekimine giriştiler. Elde ettikleri başarı
öylesine büyüktü ki daha sonra çevrede benzer ne varsa onunla denemelere
giriştiler. Çok değil bin yıl içinde kadınlar eski toplayıcılıklarını neredeyse
bırakmış onun yerine küçük bahçelerinde tarıma başlamışlardı. İhtiyaç
duydukları tüm tarımsal ürünleri bu bahçede kendileri yetiştiriyorlardı. Aynı
dönemde Amerika’daki insanlar mısırı, uzak doğudakiler ise pirinci tarımsal
amaçlı olarak kullanmaya başlayacaklardı. Sağlanan gelişme öylesine büyüktü ki
günümüzde bile tarım dediğinizde o dönemde bulunan bitkiler akla gelmektedir
(92).
Kadınlar bahçe işleriyle uğraşırken erkekler de hayvancılığa
soyunmuşlardı. Önce keçiyi ardından da pek çok hayvanı evcilleştirerek sürüler
elde ettiler. Artık tehlikeli av maceraları giderek seyrekleşmiş hatta kimi
yerlerde tamamen ortadan kalkmıştı. Böylece insanlar kendi oluşturdukları
güvenli ortamda birbirleriyle daha sıkı iş birliği içinde yaşamaya başladılar.
Kimi yerlerde de bu yaşam biçimini 17. yüzyıla kadar sürdürdüler. Bundan üç yüz
yıl önce dünyayı keşfe çıkan insanlar, karşılaştıkları bu ilkel kabilelerin
yaşam biçimlerini bizlere aktararak mağara adamına ait ayrıntıları öğrenmemizi
sağladılar.
Gelişmiş beyin yalnızca maddi alanda yeni teknikler üretmekle kalmıyor
aynı zamanda o güne kadar başka hiçbir canlıda görülmeyen hayal gücünü ortaya
çıkarıyordu. Bir H.Ergaster öldüğünde arkadaşları onu olduğu yerde bırakıp
gidiyorlardı. Çünkü ölüm onlar için diğer tüm olaylar kadar doğal bir sonuçtu
(50). Oysa H.Sapiensin gelişmiş beyni,
doğum ve ölüm kavramlarının doğru olarak tanımlayabiliyordu. 10.000 yıl
öncesine gelindiğinde atalarımız doğumun insanın cinsel faaliyetleri sonunda
geliştiğini ortaya çıkarmıştı (93). Ölümün ise asla geri dönüşü olmayan bir yok
oluşu simgelemesi uzun sürmeyecekti. Gündelik olayları doğru olarak yorumlamak,
buradan sonuçlar çıkarmak ve bu yorumlara göre geleceği planlamak gelişmiş bir
beyinin tipik sonuçlarındandır. Bunu H.Sapiensten başkası zaten yapamazdı.
Geniş hayal gücü insanlara olayları olduğundan çok farklı biçimlerde
anlatabilme yeteneği kazandırıyordu. Avdan dönen avcılar maceralarını heyecanlı
dillerle anlatıyor, kadınlar ve çocuklardan oluşan topluluk hayranlıkla onları
dinliyordu. Geceleri mağaranın önündeki ateş uzun öyküler anlatmak için çok
uygun ortam haline gelmişti. Bu öyküler giderek büyülü bir atmosfer oluşturuyor
ve ilk dini inanışlar, totemcilik gelişiyordu. Örneğin gök gürültüsünün
uzaklardaki bir yerlerde yaşayan dev canavarın sesi olduğuna inanılıyor, onu
kaçırmak üzere çeşitli hareketler yapılıyordu. Ya da avlanacak hayvanın etinden
bir tutam yemenin avı daha bereketli geçireceğine inanılıyor bu inanış giderek
o hayvanın kutsallaşmasına neden oluyordu. Avcıların avlanma sırasında gerek
duyacakları güç ve dayanıklılığa kavuşmaları için tamamen hayal mahsulü bazı
eylemlere girişmeleri daha sonra karşımıza büyü olarak çıkacaktır. Büyü,
insanoğlunun gerçekliği denetlediği yanılsamasını yaratılarak gerçekten
denetlenebilmesinin sağlanmasına dayanır (94) ve bir süre sonra totemciliğe
dönüşecektir. Ama bunun için nüfusun daha artması ve kabileler halinde yaşaması
gerekmektedir.
İnsan nüfusu her türlü olumsuzluğa karşın çoğalma eğilimindedir. Çok
yavaş da olsa mağara insanı giderek kalabalıklaşıyor, sonra buradan belli
sayıda insan ayrılıyor ve kendi soylarını oluşturuyordu. Bu şekilde tek bir
mağara halkından çevredeki yakın mağaralarda yaşayan pek çok soy ortaya
çıkıyordu. Doğal olarak bu soylar aynı zamanda birbirleriyle de ilişki
içindeydi. İşte ilk büyücülük ve bunu izleyen totemler tam da böyle bir ortamda
görüldü. Dolayısıyla her soyun ayrı bir totemi vardı. Mağaralardan çıkarak daha
düzgün yapılara yerleşen soylar diğer akrabalarına yakın yerleşim alanları inşa
edince kabileler oluştu. Her kabilenin içinde birden fazla soy yer alıyordu ve
kabilede pek çok totem vardı.
Totem her yerde bulunan yenebilir, avlanabilir bir canlı ya da yağmur,
gök gürültüsü, rüzgar gibi doğa olayları hatta belli bazı taş cinsleri bile
olabilmektedir. Ancak çoğunluk yenebilir bitkilerdedir. Totem için soy üyeleri
tarafından ayrı bir yer belirlenir ve burada daha iyi yiyecek ya da daha
başarılı bir avlanma için törenler düzenlenirdi.
Kabilelerin ortaya çıkışıyla birlikte totemlere olan inançlarda kabile
bireyleri arasında paylaşılmaya böylece insanlar kendi totemlerinden başka
dolaylı biçimde yeni totemler edinmeye başladılar. Üstelik avcılık ya da
toplayıcılık nedeniyle yaratılmış totem, teknolojinin gelişmesiyle artan
yiyecek üretimi karşısında eski var oluş nedenini yitirmiş, giderek yalnızca
büyüsel özelliği kalmıştır. Bu şekilde totem için düzenlenen törenler de
değişikliğe uğruyor ve bir çeşit simgesel boyut kazanıyordu (94).
On bin yıl öncesindeki bu gelişmeler ilk bakışta kadınların gündelik
yaşamını çok fazla etkilemiş görünmüyordu. Sabahleyin gün doğarken uyanıyor,
güne bebeklerin bakımıyla başlıyorlardı. Onların altına konulmuş küller
değiştiriliyor, taş kaplarda ısıtılmış su ile altları yıkanıyor, temizlenen
bebek anneye veriliyor, bebek keyifle anneyi emmeye başlıyordu. Kadınların çoğu
bahçelerinden o mevsime göre yetişmiş meyve ve sebzeleri topluyor bunlarla
sabah kahvaltısı hazırlanıyordu. Ortadaki büyük ateş canlandırılıyor, geceden
kalma et parçaları pişirilmeye başlanıyordu. Uyanan çocuklar ve erkeklerle
çevre daha da hareketleniyor, soy üyeleri hep birlikte karınlarını
doyuruyorlardı. Yemekten sonra yapılacak sürüyle iş onları bekliyordu.
Kadınların bir kısmı bahçe işlerine koşarken diğerleri de evin onarılacak
yerleri için malzeme hazırlıyor, daha yaşlı kadınlar ise öbekler halinde oturup
sohbet ediyorlardı. Genç kızlar diğer kadınların yanında bahçe ve ev işlerini
öğreniyorlar, oğlanlar da erkeklerden hayvan bakımı bilgilerini alıyorlardı.
Taş işçiliği yine erkeklerin yaptığı ve eğitimi uzun süren işlerdendi. Çömlek
üretimi ise hem kadın hem de erkekler tarafından gerçekleştirilebilirdi. Çömleklerin geliştirilmesi hemen ardından
yemek pişirme kavramını da ortaya çıkarmıştı. Bahçeden toplanan sebzeler ve
erkeklerin getirdiği etler birbirine karıştırılıyor, orta yaşlı kadınlar
ailenin akşam yemeğini hazırlamaya başlıyorlardı. Akşam yemeği çoğunlukla bir
şölen havasında yeniyor, aile bireyleri hep birlikte neşe içinde karınlarını
doyuruyordu. Yemekten sonra ateşin başında uzun sohbetler başlıyor, bu arada
bazı erkekler ve kadınlar usulca oradan uzaklaşarak güvenli bir yerde birlikte
olmayı tercih ediyorlardı. Genç kız ve oğlanlar ise büyüklerini taklit ederek
daha çok zevk aldıkları yeni oyunlar peşinde koşuyorlardı. Kadınlar evin mutlak
hakimiydi ve erkekler de bu evin koruyucusu olarak toplumdaki yerlerini
sürdürüyorlardı (95)
Yukarıda anlattığımız görüntüye ilişkin bilgilerimiz daha çok 17.
yüzyıldan başlayarak günümüze değin süren keşif gezilerinde, gezginlerin ilkel
topluluklarla karşılaşmalarından elde ettiğimiz bilgilere dayanmaktadır. Taş
devrinden beri değişmeden kaldığını varsaydığımız kabileler bize on bin yıl
öncesi için çok önemli bilgiler vermektedir. Ancak ilkel sayılan bu kabileler
on bin yıl öncesine göre hiç de ilkel değillerdi ama dillerindeki kimi
sözcükler o günlerden kalmaydı ve bunlar bize geçmiş hakkında bilgi
verebilirlerdi. Örneğin Polinezya ve Avustralya yerlilerinin kullandığı
akrabalık sözcüklerini günümüze uyarladığımızda şöyle bir görüntü çıkmaktadır.
Yerliler, babanın babası, annenin babası, babanın annesi ve annenin
annesi için tek bir sözcük kullanıyorlardı. “Tubuna”. Baba, babanın erkek
kardeşi, annenin kız kardeşinin kocası ve babanın kız kardeşinin kocasına ise
“tamana” diyorlardı. Anne, annenin kız kardeşi, babanın erkek kardeşinin
karısı, annenin erkek kardeşinin karısı da “sinana” sözcüğüyle anlatılıyordu
(96).
Kısaca özetlersek, kabiledeki bütün orta ve yaşlı erkekler “tubuna”,
genç erkekler ise “tamana” dır. Bütün kadınlara, yaşlı genç farkı olmadan
“sinana” denmiştir. Erkek çocuklar “tasina nuuna”, kız çocuklar da “nuuna
tasina” dır. Büyükler çocukları cinsiyet gözetmeksizin “natuna” diye çağırırken
bazı yerlerde oğlan için “tama”, kızlar için de “tamafine” sözcükleri
kullanılmaktadır.
Böylesi bir konuşma dilinin varlığı o topluluğun birbiriyle
ilişkilerinde tam bir ortaklığı göstermektedir. Toplum başta çocuklar olmak
üzere her şeylerini birbiriyle paylaşmaktadır. Ancak soylar arası ilişkiler çok
sıcak olduğundan gençler kendi soyları kadar komşu soydaki yaşıtlarıyla ilişki
kurmakta böylece kendi içine kapanık bir sistem hızla dışa açılmaktadır. Bunun
temelinde kadınların kendisinden farklı savunma sistemine sahip erkekleri
tercih etmeleri olduğunu daha önce görmüştük. Dolayısıyla insanların “toplu
evlilik” diyebileceğimiz bir yaşam sürdürdükleri doğrudur ancak bu çok da uzun
ömürlü değildir. Çünkü gelişen teknoloji taş devri atalarımızın ömrünü birkaç
yıl da olsa uzatmış bu ise neredeyse tam bir nüfus patlamasına neden olmuştur.
Hızlı artan nüfus ise soyların yeni alt soylara bölünmesiyle sonuçlanmış,
kadınların çocukları için seçebilecekleri “kaliteli gen” hem çoğalmış hem de
dağılmıştır. Zaten ilkel kabile dillerini inceleyenler bir süre sonra belli
kavramların ortaya çıktıklarını görmüşlerdir. Örneğin kız kardeşler artık ikiye
bölünmüştür. Annenin erkek kardeşinin kızı “kuzen” olarak ayrılmıştır. Benzeri
tanım erkek kardeşler arasında da vardır. Böylece aynı kabile içinde farklı
soylar arasındaki ilişkilerden farklı bir akrabalık sistemi doğmaktadır. Bu
soyların her birinin kendi totemi olduğundan kabile aynı zamanda bir totemler
birliğine doğru da yürümektedir.
Tüm gelişmelere karşın taş devrinde olduğumuzu unutmamalıyız. Yaşam
hala son derece zordur. Dahası gelişen teknoloji kabileler arasındaki rekabette
çok kanlı çatışmaları da beraberinde getirmektedir. Herkes dost değildir
üstelik yeni başlayan bahçe tarımı nedeniyle toprakların belli bir süre belli
bir kabilenin denetimde kalması zorunludur. Çatışmalar erkek nüfus üzerinde
ciddi azalmalara neden olmaktadır. Kadınlar için tek seçenek dışarıdan yani
başka kabilelerden erkekleri kendi evlerine kabul etmektir. Nüfusu artırmanın
başka yolu yoktur ve bu yöntem soyları tam bir kan bağıyla birbirine bağlarken
aynı zamanda yeni soyların ortaya çıkmasına yardımcı olmaktadır.
Demek ki dışarıdan birisinin hem üretime hem de yeni bebeklerin
doğumuna katılması iki nedenle zorunludur. Birincisi kadınlar kaliteli gen için
gözlerini dışarıya çevirmişlerdir. Çünkü orada, dışarıda çok daha kalabalık bir
erkekler gurubu vardır. İkincisi erkek nüfus zorlu yaşam koşullarında daha
hızlı şekilde azalmaktadır. Dolaysıyla ailede azalan erkek sayısının dışarıdan
katılımla tamamlanması gerekmektedir.
Dışarıdan katılım soyların ve buna bağlı olarak kabilenin bağlarını
artırmakta hatta başka kabileler arasında da olumlu gelişmelere neden
olmaktadır. Üstelik bu öylesine başarılı sonuçlar verir ki kimi soylar içten
birliktelikleri yasaklamaya başlar ve bu yasak giderek tüm kabileye yayılır.
Önce anne ile oğlu, kızı ile babası arasındaki ilişki yasaklanır ve yasaklar
kısa süre sonra kardeşleri de kapsar. Artık kabilelerde konuşulan dillere,
kardeş, ağabey, kuzen, yeğen, amca, hala, teyze gibi sözcükler eklenir, bu
gelişme soyların kabileler şeklinde örgütlenmesine neden olur (97).
Kabilelerin giderek kalabalıklaşması ve kendi içinde karmaşık
sayılabilecek bir akrabalık düzeninin gelişmesi gerçekte önemli toplumsal
değişikliklerin habercisiydi. Eskiden soyun temel sorunu olan beslenme için
insanlar diğerleriyle birlikte hareket etmek zorundaydı ve herkes aynı şekilde
davranırdı. Oysa gelişmeler üretim için pek çok kişinin aynı zamanda birlikte
olmasını zorunlu kılmıyor ama kimi zaman da eskiye göre çok daha fazla
kalabalığa gereksinim duyuluyordu. Artık kabilelerde üretim işine bireyler
yeteneklerine göre katılım sağlıyor ortaklaşa çalışma biçimi doğuyordu. Bu o
güne değin var olan tüm üretim şekillerinden çok daha fazla ürün sağlayacak bir
örgütlenmeydi. Üretilen her şey topluluk tarafından olabildiğince eşit
paylaşılıyordu. Zaten aksi durum söz konusu olamazdı, ürünün bir başkasına daha
fazla verilmesi diğerinin açlıktan ölmesi anlamına geliyordu. Ve böylesi bir
örgütlenme gerçekte kadınların eseriydi. Çünkü kabilenin beslenmesinde temel
rolü kadınlar oynuyor, ilkel bahçecilik aletlerini onlar yapıyor, yiyecekleri
hazırlıyor, giysileri dikiyorlardı. Erkekler ise evcilleştirdikleri hayvanların
çoğalması ve yenilerinin evcilleştirilmesiyle meşguldüler. Yine arada bir ava
gidiyorlardı ama asıl görevleri hiç şüphesiz kabilenin dış düşmanlara karşı
korunmasıydı. Gelişen akrabalık sistemi, annenin tam olarak bilinmesine yol
açmış kadın eskiye oranla çok daha güçlü bir şekilde kabile liderliğine
oturmuştur (98).
Yeni geliştirilen taş gereçler ve çömlek kadına günümüzdekilerin atası
sayılabilecek bir mutfak geliştirme olanağı tanımıştı. Daha iyi çapalarla
toprak özenle işleniyor, tarımsal üretimin ilk örnekleri ortaya çıkıyordu.
Kadınlar büyük bir merakla hep yeni şeyler deniyorlardı. Tohum kavramını
bulmuşlardı ve ellerine geçen her şeyi tohumluk olarak toprağa gömmeye
başladılar. Günümüzde tarımda kullandığımız pek çok üretim biçiminin temeli o
günlerde kadınların ellerinden çıkmıştır. Artan üretim yalnızca kabileyi
beslemekle kalmıyor aynı zamanda bir kısmı sonradan tüketilmek üzere
saklanabiliyordu. Kabilenin kaldığı evlerin yanlarında yeni bir yapı “ambar”
yerini almaya başladı.
Kadınlar topluluğu besleme yönetiminde yalnızca tarımsal ürünlerin
geliştirilmesinde etkili değillerdi. Aynı zamanda çeşitli pişirme yöntemleri de
buluyorlardı. Örneğin çömleğin içine konularak ateşte pişirilen etin tadı çok
hoşlarına gitmişti. Ama kısa sürede şunu fark ettiler. Yemekten sonra çömlekte
soğuyunca donan beyaz bir madde kalıyordu. Bu kabın içine sebze doğrayarak
yeniden ateşe koyduğunuzda beyaz sıvı eriyor ve tadı sebze ile karışacak çok
güzel başka bir tat veriyordu. Böylece, doğrudan pişirildiği zaman pek de hoşa
gitmeyen birçok sebze artık yenebilir oluyordu. Derin bir çömlekteki bu beyaz
sıvı ve sebze üzerine bol su dökülerek ateşte kaynatıldığında ise insanın içini
ısıtan yeni bir yemek “çorba” ortaya çıkıyordu. Kadınlar yemekleri çok daha
lezzetli kılan bu büyülü maddenin çömlekten değil, daha önce pişirilen etten
kaynaklandığını fark etmekte gecikmediler. Bir süre sonra “kavurma” insanlığın
ilk yağ kaynağı olarak ambardaki yerini alacaktı.
Kadınlar, beslenmenin yanında günümüz yaşam biçimini oluşturacak pek
çok gelişmeye de imza atmaya hazırlanıyorlardı. Giyinmek, soğuktan korunmak
için örtünmek kavramından uzaklaşmaya başlıyor ve farklılaşmanın bir yolu
olarak karşımıza çıkıyordu. Kadınlar neredeyse beş bin yıl sürecek yeni bir
araştırma alanı bulmuşlardı. Renkli giysiler ve makyaj. Ama şimdilik güzelleşme
çabaları çok basit uygulamalarla sınırlıydı. Yendiğinde dudakları doğal olarak
kırmızıya boyayan kızıl dut gibi belli bir süre kalıcı renk bırakabilen
bitkiler, ilk makyaj malzemesi olarak karşımıza çıkıyordu.
Böylece taş devri kadınlarının günleri bahçe, ev işleri ve çocuk
bakımıyla geçerken erkekler gelişmiş silahlar yapmaya çalışıyor bir yandan da
hayvan sürülerinin sayısını artırıyorlardı. Avcı erkek günlerini evde geçirmeye
başlamıştır ve kaliteli bir yaşam alanı oluşturma gayreti içindedir. Tüm soyun
birlikte kalabildiği kocaman evler inşa edilmektedir. Oda sayıları artmakta,
mutfaklar giderek ayrı bir yer olma özelliği kazanmaktadır. Aileyi oluşturan
bireylerin daha uzun süre birlikte olabilmeleri onların belli alanlarda
uzmanlaşması için iyi bir fırsat olarak değerlendirilmelidir. Böylece aile
bireyleri daha önce hiç olmadığı biçimde özel alanlara yönelebilirlerdi.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi kadınlar bahçe, mutfak ve çocuk bakımı üzerinde
gelişirken erkekler taş ile ağaç işçiliğinde uzmanlaşmaya başlarlar. Taş
silahların yapımıyla ortaya çıkan taş işçiliği mesleğine yenileri eklenmekte,
marangozluk ve duvar işçiliği giderek daha çok erkek tarafından
öğrenilmektedir.
Bundan on bin yıl önce ortalama yaşam süresinin beş yıl artması,
kadınların ortalama 4 yerine 6 hatta 7 çocuk yapabilmelerine olanak tanımıştır.
Avlanmanın azalması, aile bireylerinin taş yapılarda korunması, açlık sorununun
kısmen çözülmesi zamansız ölümleri büyük ölçüde azaltmıştır. Bu, kadın ile
erkek arasında daha uzun süreli ilişkiler ve doğal olarak da kadının daha fazla
çocuk sahibi olması sonucunu getirmektedir. Sözün kısası elde edilen
gelişmelerin en belirgin sonucu insan nüfusunun hızla artmaya başlamasıdır.
Belli kabullerle şöyle bir hesap yapalım. 12 erkek ve 12 kadından oluşan
çocuksuz bir aile ele alalım. Kadınlar her 24 ayda bir tane çocuk sahibi
olmaktadır. Ortalama ömür 20 yıldır. Buna göre 12 kadın yalnızca 8 yıl boyunca
doğurgan olarak kalacaktır. Ama ilk ana baba hayata veda ettiğinde yani 20
yaşına geldiklerinde arkalarında tam 48 kişilik bir topluluk bırakacaktır.
Bunların da yarısının erkek olduğunu varsayarsak, ikinci nesil hayata veda
ettiğinde ise torunları 96 kişiye ulaşacaktır. Bu basit geometrik artış, taş
devri sonunda insanların nasıl bir hızlı üreme olanağı yakaladığını
göstermektedir. Şimdi yaşam süresini yalnızca beş yıl artırdığınızda ise
geometrik artışın hızı da neredeyse ikiye katlanır. Kalabalık nüfus, toplum
bireylerine daha güvenli bir ortam sunmakta, yaşam kalitesi artmaktadır.
Üstelik daha uzun süre birlikte olabilen erkek ve kadınlar için dünyada
yapılacak başka bir iş de kalmamış gibidir. Basit tarım ve hayvancılık
sayesinde karınlar doymakta, sürekli olarak çocuk yapılmaktadır.
Yorumlar
Yorum Gönder