18.Blüm - Tüketim toplumu
18. Tüketim Toplumu
21. yüzyılın başlarında dünyaya hakim olan ekonomik düzen
liberalizmdir. Erkek egemen toplumun ulaşabileceği en gelişmiş düzeyi temsil
etmektedir. Yakın gelecekte onu tehdit edebilecek başka bir düzen yok gibidir.
Dünyanın en ünlü ekonomistleri anti-liberal diyebileceğimiz yeni bir ekonomi
kuramı ortaya koyamamışlardır. Bir zamanların en önemli rakibi Marksizm ise
anılarda kalmış gibidir. Sovyetler dağılmış, Çin taraf değiştirmiş, en önemli
liberal güçlerden birisi haline gelmiştir. Olay kimilerince öylesine
önemsenmektedir ki Fukuyama “Tarihin Sonu ve Son İnsan” adında bir çalışma
yayınlamış (164), özet olarak Liberal Kapitalizmin insanlığın ulaşabileceği en
son nokta olduğunu, başka alternatifinin bulunmadığını öne sürerek medeniyetin
ulaşabileceği en son noktaya ulaştığını ve buradan daha ilerisinin olmayacağını
söyleyebilmiştir.
Kapitalizmin kazandığı zaferin nasıl bir şey olduğunu tarih elbette daha
iyi gösterecektir. Ancak basitçe, tüm dünyanın ABD vatandaşları gibi yaşamaya
çalıştığı ortamın nasıl bir çevre yaratacağı sorusu bile zafere yeterince gölge
düşürecek düzeydedir. ABD vatandaşları dünyanın en çok gıda maddesi tüketen
insanları olmalarına karşın her yıl 35 milyar dolarlık zayıflama harcaması
yapmaktadır. Burada bir şeyler yanlış değil midir? (165).
Liberalizmin küreselleşmesi sayesinde tüm dünya insanları aynı TV
programlarını izlemekte, benzer gıdaları daha çok tüketmektedir. Bir ABD buluşu
olan patates çipsi, doğu ülkelerinde beğeni kazanmakta, tıpkı Bostonlu birisi
gibi Asyalı genç de maç izlerken avuç dolusu patatesi ağzına doldurmaktadır.
Hemen yanındaki komşusunun ineğinden süt almak varken kutu sütleri tercih
edilmekte, bu yapılırken de taze inek sütü kötülenmektedir. Türkiye’de dünyanın
en kaliteli portakalları yetişirken bazı insanlar karton kutulardaki portakal
nektarlarını tüketmeyi çağdaş yaşamın gereği gibi görmektedir.
Zafer kazanan liberalizm sayesinde tüm dünya Amerikan yaşam tarzını
öğrenmiştir ve bir şekilde onu taklit etmeye çalışmaktadır. Ancak ortada bir
sorun vardır. Dünyanın ortalama yıllık geliri 5000 dolar kadardır ve bu
miktarla ancak fakir Amerikan ailesi taklit edilebilir (166). Ama korkunç olan
şey, tüketim alışkanlıklarının bu şekilde artmasının kaynaklar üzerindeki
etkilerinin çok iyi hesaplanabilir olmamasıdır. Üretim yapmak adına dünya
kaynakları büyük bir hızla tüketilmektedir. Ormanlar kereste kaynağı olarak
görülmekte, göller ve nehirler basit birer içme suyu deposu haline gelmektedir.
Üretim sonunda ise çevreye zararlı atıklar bir dağ gibi artmaktadır. İnsanlar
doğal yaşam biçimlerini bırakıp büyük kentlere, oradaki Amerikan yaşam
biçiminin bir benzerine koşmaktadır. İçtiğimiz sular hemen yanı başımızdaki
ırmaklardan değil, tam bir enerji canavarı olan kamyonlarla kilometrelerce
uzaktan gelmektedir. ABD 1989 yılında 190 milyon litre temiz içme suyu ithal
ederken dünyanın başka yerinde bir milyar insan sağlıklı su kaynaklarına sahip
değildir (167).
Türkiye’de son yirmi yıl içinde alışılmış mahalle kavramı ciddi
biçimde erozyona uğramıştır. Artık o eski manav ve bakkal amcalar yoktur.
Alışveriş yapmak için bir araca binip en yakın süpermarkete gidilmektedir.
Manavların hemen yakındaki üretim merkezlerinden doldurdukları dükkanlarının
aksine süper marketler ürünleri uzak fabrikalardan getirtmektedir. Üstelik bu
ürünlerin büyük bölümü çevreye zararlı atıklar içermektedir. Eski kese
kağıtlarının yerini alan naylon torbaların yaygınlaşmasında süpermarketlerin rolü
büyüktür.
İngiltere’de yapılan bir araştırmada çöplerdeki atılabilirlik eğilimi
araştırılmıştır. 1950’lerde üretilen ev aletleri çok sağlam ve yıllarca
kullanıma uygundur. Bozulduğunda tamir edilebilir, yedek parça garantisi
verilmektedir. Günümüzde ise tamir edilemeyen plastik parçalar giderek
artmaktadır. Kaynak yerini alan yapıştırma hem daha ucuz hem de daha hızlı bir
üretim sağlamaktadır. Kimi makinalar öylesine ucuzdur ki, bozulduğunda atılıp
yenisi alınmaktadır (168). Bu olay geri dönüşüm kavramını ortaya çıkarmıştır.
Ancak geri dönüştürme, enerji kullanımının daha da artırılmasını zorunlu
kılmaktadır. Bir televizyonu oluşturmak için harcadığımız enerjinin büyük
bölümünü onu sökmek ve geri dönüştürmek için de kullanırız. Çevreden iyi olan
maddeyi alıyor, onu zararlı biçime çevirip doğaya geri veriyoruz. Bu, aynı
zamanda bir atık toplumu olduğumuzu da gösteriyor. 1980’li yıllarda gelişmiş
ülkelerde geri dönüşüm kavramının ortaya çıkmasının temelinde atıkların sorun
yaratmaya başlaması vardır. Kirlenen çevre, onu kullananlar üzerinde olumsuz
etkiler yapmaktadır.
Tüketim toplumu yalnızca daha fazla enerjiyle üretilen malların
üretiminden sorumlu değildir. Aynı zamanda insanları yoğun bir iş temposuyla
çalıştırmaktadır. Verimlilik 1980 öncesine göre neredeyse iki kat arttığı
halde, ortalama çalışma sürelerinde hiçbir yasal değişiklik yapılmamış, dahası
dünya çapında işçi haklarının erozyonu ve işsizlik tehdidi nedeniyle elde
edilen verimlilikten çalışanlar pay alamamışlardır.
Günümüzde süpermarketler giderek daha çok tüketmemizi sağlayan
tedarikçiler olarak karşımıza çıkıyor. Bir araştırmaya göre ABD’de
süpermarketlerde tam 40.000 çeşit mal bulunuyor (182). Bunların arasında gıda
ürünleri dikkatimizi çekmeli. Kapitalizm, mutfağı da fabrikalaştırmayı başarmış
görünüyor. Hazır yemek (fast food) teknolojisi her yerde insanları doyuruyor.
Hamburger tekelleri hiç değişmeyen bir lezzet sağlayabilmek için sığır
kıymasının üretim biçimini değiştiriyor. Aynı şirketler patates üretiminin de
en önemli müşterisi. Milyonlarca insanın beslendiği kentlerde, gıda işini yapan
şirketlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Durum, dünya çapında üretim
söz konusu olduğunda farklı değil. Gıda üretimi tüketim toplumuna ayak uydurmak
istercesine sanayileşiyor.
Eskiden Türk köylerinde yemeğe konuk geldiğinde, en değerli yiyecek
sayılan tavuk pişirilirdi. Ve bu nedenle de yılda ancak birkaç kez yenebilirdi.
Evlerin çoğunda sürekli olarak sekiz on kadar tavuk beslenirdi ve insanlar
yumurtaları büyük bir dikkatle toplayarak onlardan çeşitli yemekler yapardı.
Sahanda yumurta pişirmek bile önemli bir ayrıcalıktı. Sabahleyin erkenden
kalkılır, kümesin kapısı açılır, tavuklar telaş içinde dışarı çıkarlar, gün
boyu bahçede eşinirlerdi. Arada önlerine bir avuç darı atılır, tek bir tane için
kavga eden piliçler zevkle izlenirdi.
Günümüzde tavuklar asla güneş görmüyor. Ortalama büyüklükteki bir
tavuk çiftliğinde tam 3000 hayvan bulunuyor. Çok değil, 50 yıl önce bu sayı
otuzu geçmiyordu. Şimdi piliçler 45 günde 1300 gram ağırlığa ulaşıyor. Tam bir
fabrika düzeninde yaşıyorlar. Küçük, karanlık odalarda, asla kıpırdamalarına
izin verilmeyen daracık kutularda yaptıkları tek iş önlerindeki yemi gagalamak,
sindirmek ve şişmanlamak. O kadar hızlı büyüyorlar ki, çoğunlukla iç organlar
ve kemikleri onlara yetişemiyor. Gelişmeleri eksik ama zaten kimse onlardan
sağlıklı bir tavuk olmalarını beklemiyor. Kırk beş gün sonunda kesime
gidiyorlar. Tüm ömürleri bu kadar.
Tavuk çiftliklerinde üretilen tavuk etinin bahçede eşinip kümeste
uyuyan hemcinsleriyle benzer olduğunu söyleyebiliriz. Acaba bu iki ürün
birbirinden tamamen farklı olabilir mi? Bunu bilmemiz kolay değil. Kimyacıların
konuyu aydınlatmak üzere çalışmaları gerekiyor ama günümüzde araştırmaların
neredeyse tamamı büyük tekellerin denetimi altında yapılıyor. Kesin olan bir
şey var. Tavuk etinin tadı artık eskisi gibi değil.
19.yüzyılda bilim adamları beslenmenin temelinin karbonhidrat, yağ,
protein, su ve tuzdan oluştuğunu sanıyorlardı. Bu nedenle uzun süren deniz
yolculuklarında tayfalara su, peksimet, tuz ve balıktan oluşan bir menü
verdiler. Peksimet karbonhidrat ile tuz, balık ise yağ ve protein ihtiyacını
karşılıyordu. O zamanki bilgilere göre normal beslenme böyle olmalıydı ama
tayfalar kısa sürede hastalanmaya başladılar. Hastalanan tayfa en yakın noktada
karaya çıkarılıyor ve belli bir süre içinde hızla iyileşiyordu. Gemiye dönenler
ise yeniden hastalanarak yola devam edemeyecek duruma düşüyorlardı. Uzun
araştırmalardan sonra bu beslenme kuramında bir eksiklik olduğu anlaşıldı. Ne
olduğu bilinemeyen etkiye “tali besinler” adı verildi. 1912 yılında Casimir
Funk, tali besin maddelerinin gerçekte apayrı bir besin öbeği olduğunu buldu.
Bunlar vitaminlerdi (185).
Doğal biçimde yaşayarak beslenen tavuğun yumurtası ile tamamen yapay
koşullarda ve doğasında bulunmayan biçimde beslenen tavuğun yumurtası arasında
mutlaka bir fark olmalıdır. 19. Yüzyılda bilinmeyen vitaminlerin hastalıklara
yol açması gerçekte şanslı bir durumdur çünkü olayın ortaya çıkışı hızlıdır.
Doğal olmayan koşullarda üretilen gıda maddelerinin ileride nelere yol açacağı
ya da günümüzdeki sorunlardan hangilerinden sorumlu oldukları ayrıca
araştırmalara muhtaçtır. Korkarım ki bu araştırmalar yapılıncaya değin pek çok
sağlıklı insan yanlış üretilen sağlıksız besinler nedeniyle acı çekecektir.
Üstelik durum giderek daha vahim bir çizgiye doğru ilerlemektedir.
Tarımın sanayileşmesi bizim tek tip ürünlerle beslenmemize neden
oluyor. Dünyanın en çok yetiştirilen tahıllarından bir tanesi de mısırdır.
ABD’de tarlaların %30’unda mısır yetiştiriliyor (182). Mısır tam bir sanayi
bitkisidir. Yağdan şekere kadar otuzdan fazla yerde kullanılıyor. En çok hayvan
yemi olarak tüketiliyor. İnek yemlerinin enerji kaynağı mısırdır. Oysa inekler
ve koyunlar ot yemek zorundalar çünkü bunun için evrimleşmişler. Tahıl
kullanılmasıyla büyük baş hayvanlarda e-koli adında tehlikeli olabilen bir
bakteri gelişmektedir. Bu bakterinin O157:H7 tipi yüzünden ABD’nde yediği
hamburgerden ölen insanlar olmuştur.
Gıdaların sanayi üretim teknikleriyle üretilmesi, patojenlerin daha
hızlı yayılmasını sağlamaktadır. Tek bir hayvandaki hastalık, bu yolla bütün
ürünlere geçebilmektedir. Asıl kötü olan şey, sanayinin her şekilde üretim
biçimini sürdürmesidir. E-koli sorunu ortaya çıktığında yapılacak şey basitçe
hayvanları otlatmaktan ibarettir, otla beslenen inek 4-5 günde e-koliyi
vücudundan atabilmektedir. Ama et üreticileri bunun yerine e-koliyi öldüren
ambalajlama sistemleri geliştirmeyi tercih etmişlerdir. Yani tüketim
toplumundan para kazananlar en basit çözümlerde bile kendi sistemlerinden asla
taviz vermemektedirler.
Tarımın sanayileşmesinde sorun yalnızca sağlıksız beslenme olsaydı
belki kolayca çözülebilirdi. Ama durum çok daha tehlikeli sonuçlara doğru
ilerlemektedir. Büyük ölçekli endüstriyel tarım tek çeşide ya da ırka ve hibrid
tohum kullanımına dayalı tarım uygulamasına yol açıyor. Bu ise biyoçeşitliliği
yok ediyor (183), toprağın tek yönlü işlenmesi nedeniyle gübre zorunluluğu
doğuyor, kimyasal gübreler daha önce hiç görülmemiş düzeyde yaygınlaşıyor,
toprak hızla fakirleşiyor. Hastalıklara karşı ilaç kullanımı artıyor, gıdalara
tehlikeli kimyasallar bulaşıyor, çevre kirleniyor.
İşin kötüsü, yapay beslenme düzeni ile büyük paralar kazanan
şirketler, doğal yollardan üretim yapan küçük üreticileri sağlıksız (!) üretim
yaptıkları gerekçesiyle kapattırabiliyor, halk birkaç büyük şirketin
belirlediği bir beslenme sistemine mahkum oluyor.
Ne var ki, özellikle son otuz yıldan beri olan şey yalnızca tüketim
toplumu özelliklerinin gelişmesi değildir. Kapitalizm yeni bir şekle bürünmüş,
hatta kimi yazarlar tarafından eski kapitalizme karşıt yeni bir oluşumdan söz
etmeye başlamışlardır (204).
Postmodern kapitalizm, örgütsüz kapitalizm gibi isimler de alan yeni
kapitalizm, eski toplumun özelliklerinden olan kalıcılık, düzenlilik,
kararlılık gibi kavramları ortadan kaldırmakta yerine egoistlik, yırtıcılık,
fırsatçılık hatta uyanıklık gibi eski toplum tarafından genelde ahlaksızlık
sayılan düşünme biçimlerini getirmektedir. Ortam güvensiz ve anlaşılmazdır.
Dolayısıyla toplumu oluşturan temel bağlar üzerinde ciddi baskılar
kurulmaktadır. Eski örf ve adetlerin yerini yeni bakış açıları ve yaşam
şekilleri almaktadır. Hatta konuşulan dil bile farklılaştırılmakta, örneğin
İngilizce kısaltmalar ve şekiller ile resim benzeri daha ilkel bir dile
dönüşürken, Türkçe ise arasına katılan İngilizce sözcüklerle tarihsel
zenginliğini yitirmektedir.
Tüketim toplumunun yaşam biçimi, bir avuç tekelin onlar için çizdiği
tek yönlü yolda ilerliyor. Tekellerin istediği haberleri izliyoruz, bize
sundukları ürünleri alıyoruz, yapay besinlerle karnımızı doyuruyoruz. İlk
bakışta son derece teknolojik ve modern bir yaşam gibi görünse de biraz dikkat
ettiğimizde olayın ilkelleştiği belli oluyor. Tıpkı ilk çağlarda olduğu gibi
bir avuç asilzade (tümüyle erkek) sözde demokrasi ile ülkeleri yönetiyor.
İnsanlar belli aralıklarla gidip oy kullanıyor, yöneticilerimizi seçiyor. Arada
bir iktidarlar değişiyor, taraftarları
sokaklara çıkıp bayram yapıyor. Oysa asıl iktidar sahipleri, büyük holdingler
ve tekeller, tıpkı krallık düzeninde olduğu gibi babadan oğula devrediliyor,
aralarındaki onca çelişkiye karşın bizleri yönetmeyi sürdürüyorlar.
Düzenli ve kararlı toplumu istikrarsız bir ortama sürüklerseniz,
öncelikle geleceğe karşı olan güvensizlik nedeniyle kararsızlığa ve hemen
ardından ise ciddi biçimde yerleşik ahlak kavramının bozulmasına neden
olursunuz. Artık hiçbir şey kalıcı değildir, her an parçalanabilir, kırılabilir
durumdadır. Dolayısıyla kalıcı varlıkların oluşturduğu değer kavramı ortadan
kalkar, yerini o güne değin hiç görülmedik yeni değerler doldurmaya başlar.
Ancak bu yenilik süreksizdir.
İnsanların bir kısmı alışkın oldukları şekilde “normal” olanı yapmaya
çalışır ama normal çoktan başka anlamlara bürünmüştür. Doğru, normal olmadığı
için, yeni değerlerle donanmış kişiler karşısında bizim zayıflığımız olarak
görünür. Yeni kapitalizmle mücadelede bildiğimiz, bilimsel bakışla bize
öğretildiği biçimde örgütlenmeye, sendikalar, dernekler kurmaya çalışırız. Ama
yeni toplum düzeni içinde kendimize yer bulamayız, “normal” olmayan uygulamalar
karşısında çaresiz kalırız. Erdemlilik, güvenlik, bağlılık, sevgi, saygı gibi
kavramlar ya ortadan kalkmıştır ya da bizim bilmediğimiz başka anlamlara
bürünmüştür. İyi doktor, iyi öğretmen aynı zamanda iyi insan anlamına
gelmemektedir (204). Tersine iş bitiricilik, fırsatçılık, köşe dönücülük “iyi”
kavramını ele geçirmiştir. Üstelik bu yeni durumda hangi yolu izleyebileceğimiz
konusunda başvurabileceğimiz bir kaynak da bulunmamaktadır.
Ancak yeni kapitalizm henüz dünya çapında tüm dizginleri ele geçirmiş
de değildir. Tersine insanların büyük bölümü için modern kavramlar hala aynı
anlamını sürdürmektedir. “İyi insan” dediğimizde çoğu kişi bildiğimiz o eski
anlamı paylaşmaktadır. Hatta sanayi kesiminin bir kısmı bile henüz bu yeni
kapitalizme ayak uydurabilmiş değildir. Onun asıl etkinliği finans
dünyasındadır.
Ahlak bilgisini oluşturan kavramlara yeni anlamlar yükleyerek
kendinize çıkar elde etmeye kalkıştığınızda, başkalarının da benzer uygulamaları
kullanmasını hatta işlemleri daha da geliştirmesini engelleyemezsiniz. Böylece
belli bir noktada başlayan dalgalanma giderek tüm sistemi kaplar. Finans
sektörünün basitçe parayı tekrar tekrar satarak (ki bu işlem eskiden
dolandırıcılık sayılırdı) kendisine
çıkar sağlamaya kalkıştığında sistemin çok uzun ömürlü olmayacağını görmek,
özellikle işin uzmanı kişiler tarafından, hiç de zor değildi.
Yorumlar
Yorum Gönder