24.Bölüm - Geleceğin Efendileri Kadınlar

24. Geleceğin Efendileri. Kadınlar
Televizyon stüdyosunun izleyicileri salondaki yerlerini almışlar, içerisini tıklım tıklım doldurmuşlardı. İnsanlar nefeslerini kesmiş, az sonra başlayacak canlı yayını bekliyordu. Sahne beyaza boyanmıştı. Koltuklar, masalar, yastıklar, gözün ulaşabildiği her yer beyazdı. Duvardaki kocaman “113” rakamı ise kırmızı yazılmıştı.
Yönetmenin elini havaya kaldırmasıyla salonun ışıkları söndü. Şimdi yalnızca sahne aydınlık kalmıştı. Geriden hafif bir müzik başladı, giderek güçlenirken stüdyonun sol tarafında beliren adam kendinden emin adımlarla sahnenin ortasına yürüdü. Müziğin sona ermesini bekledi sonra mikrofonu alıp;
“Bayanlar baylar, tarihi kişilerle söyleşi programımızda bu hafta sizlerle birlikte Sayın Beria Fadis hanımefendiyi konuk edeceğiz,” dedi.
Salonda alkışlar yükselirken yuvarlak ışık demeti stüdyonun sol tarafını aydınlattı. İki kişinin yardımıyla yürüyebilen yaşlı bir kadın, ağır adımlarla ortaya geldi ve salondakileri selamladı. Yüzü aradan geçen onca yılın bıraktığı izlerle doluydu. Buna karşın koyu kırmızı dudakları, hafifçe yukarı kalkık düz burnu ve iri ela gözleri kadın güzelliğinin gerçekte hiç bitmeyeceğini gösteriyordu. Koyu vişne kırmızısı elbisesi, boynuna sardığı ipek dantelden siyah fularıyla giyinme konusundaki ince zevki, aslında kadınca bir otoriteyi temsil ediyordu. Görevliler onu büyük koltuğa oturttular, hızlı adımlarla sahneden çıktılar.
Ortada duran sunucu, kadının yanına yaklaştı, eğilip elini öptü, samimi bir tavırla,
                “Beria ana, hoş geldiniz, sizi aramızda görmekten büyük mutluluk duyduk,” dedi.
Kadın başını kaldırıp bir salona bir de genç adama baktı, gülümsedi,
“Hoş bulduk oğlum, ben de burada olmaktan ötürü mutluyum. Emeği geçen herkese teşekkür ediyorum,” dedi.
Sunucu ortaya doğru yürüdü, izleyicilere döndü.
                “Değerli misafirler, bu geceki konumuz Karaburun’daki ilk doğal yaşam alanının kuruluş öyküsü. Bildiğiniz gibi neredeyse elli yıl süren kaos döneminde yaşam alanları olmasaydı pek çoğumuz şimdi şu koltuklarda oturamazdık, buyurun Beria ana söz sizin.”
İki yuvarlak ışık yaşlı kadının üzerinde durdu, salonda çıt çıkmıyordu. Herkes nefesini tutmuş geçen yüzyılın en gizemli olayını dinlemeye hazırlanıyordu. Beria ana içine gömüldüğü koltuktan ayağa kalkmak istercesine öne doğru hareketlendi, biraz daha dik durdu ve tane tane anlatmaya başladı.
                “Ben dört ya da beş yaşındaydım. Büyük annem hastalandı. Ne olduğunu bir türlü anlayamadılar. Şimdi buna kimyasal alerji deniyor ama o günlerde piyasada satılan yiyeceklerde bulunan katkı maddelerinin yavaştan içimizi kemirdiğini bilemezdik. İlk yapay köfte çıktığında insanlar büfelerin önünde uzun kuyruklar oluşturmuşlardı. İtiraf etmeliyim ki ben de yapay köfteyi çok sevmiştim. Harika tadı vardı. Kokusunu yüz metre uzaktan alabilirdim. Aslında her yönden tam olarak benzese de gerçekte et ile hiçbir ilişkisi yoktu. Annem hemen onu yememi yasakladı.”
Sunucu araya girdi;
                “Anneniz çok akıllı kadınmış”
                “Evet, ama o zaten besin kimyacısıydı. Yani bu işte profesyonel sayılırdı.”
Yaşlı kadın başını kaldırıp sunucuya baktı, bir şey söyleyecekmiş gibi davrandı ama sonra vazgeçip devam etti,
                “Yalnızca yapay köfte yoktu, piyasada satılan besin maddelerinin büyük bölümü gerçekte doğada hiç olmayan şekilde üretiliyordu. Şekerli maddeler, süt ürünleri, hatta ekmek.”
Salondan bir hayret sesi yükseldi. Sunucu yine dayanamadı;
                “Beria ana ekmeğin yapayı nasıl oluyordu?”
                “Çok basit, gerçekte çölde yaşayan bir kaktüs türü vardı. Ege bölgesi küresel ısınma nedeniyle çölleşmeye başlayınca buğday yetişmez oldu, yerine kaktüs ektiler. Sonra onu toz haline getirip un niyetine kullanıyorlardı. İçine ekmek esansı ve özel kimyasallar konulduğunda gerçek ekmekten ayırt edemiyordunuz.”
Sunucu eliyle kafasını tuttu;
                “Aman Tanrım bu nasıl olabilir bir türlü anlamıyorum” dedi.
Beria ana bu kez ona aldırmadan konuşmasını sürdürdü.
                “İnsanlar ne yediklerini bilecek durumda değillerdi. İşsizlik vardı, bir kilo domates için üç saat çalışmanız gerekiyordu. Yine de böyle bir işi bulan kişi kendisini şanslı sayıyordu. Gelirler bu kadar düşünce, ucuz yapay besinlerden başka bir şey tüketemiyordunuz. Sonra …”
Sunucu ileri atıldı;
                “Kusura bakma Beria ana ama benim itirazım var. Çevrede gerekli doğal ürünleri elde edebileceğiniz bir yer hiç yok muydu? İnsanlar 10.000 yıldan beri tarım yapıyorlar, sizler ileri teknoloji ile doğal tek bir domates bile yetiştiremediniz mi?”
Beria ana hafifçe sesini yükselterek yanıtladı;
                “Hayır yetiştiremedik, çünkü genç adam, elimizde tohum yoktu. 21. Yüzyıl başlarında çıkarılan yasalarla tohumlar çoktan yok edilmişti. Piyasada tohum diye satılan şeyler zaten yapay ürünler veriyordu. “
Salon yeniden sessizliğe büründü. Herkes geçen yüzyılda yaşayan insanların çaresizliğini anlamaya başlamıştı. Beria ananın sesi şimdi daha net duyuluyordu.
                “2008 yılında başlayan ekonomik kriz hiç bitmedi. Dahası küresel ısınma ile yaşam giderek zorlaşıyordu. Nüfus öylesine artmıştı ki, büyük kentlerdeki apartmanları odalar halinde kiraya verebiliyordunuz. Boş yer kalmamış gibiydi. İşsizlik, kriz, küresel ısınma, çölleşme gibi sorunlarla bir uçuruma doğru ilerliyorduk. Ama insanlar içinde bulundukları durumun kötülüğünü fark edemiyorlardı. Çünkü ucuz yapay besinlerle mideleri doluydu, tek bir oda bile olsa başlarını sokacak yerleri vardı. Kendileri için hazırlanmış TV programlarıyla mutlu olduklarını sanıyorlardı. Üstelik daha kötü bir felaket henüz kapıyı çalmamıştı.
Büyük annem öldüğü yıl annem çeşitli sivil toplum kuruluşunda görev alarak insanları uyarmaya çalıştı. Partilere girdi, derneklere üye oldu. Üstelik benimle de uğraşması gerekiyordu çünkü genç kız olarak aklım bir karış havadaydı. Onu dinlemiyor, uzun gece partilerinde gönül eğliyordum.”
Beria ana duraksadı, bir şeyler anımsamıştı, onu söyleyip söylememek konusunda kararsız kaldı. Sonra salondaki izleyicilere döndü;
                “Biliyor musunuz, bazı evlerin banyoları çok büyük olurdu. Küveti suyla doldurur, kızlı erkekli guruplar halinde banyo yapardık. Bu işten büyük zevk alıyorduk ama uzun sürmedi. Çünkü önce gün aşırı verdikleri suyu sonra haftada üçe düşürdüler. Birkaç yıl içinde çeşmeden akan sular tamamen kesilmişti. Deniz suyundan tatlı su üreten fabrikalar özel kaplarda su satmaya başladılar. İşte bu gün de kullandığımız iki litre suyla banyo yaptıran duş sistemleri o dönemde piyasaya çıktı. Çok az su ile temiz bir yaşam sürdürebilmek için pek çok yenilik gerçekleştirildi. Yine de kıtlığın önüne geçmek her zaman mümkün olmuyordu. Bazen silahlı guruplar büyük kentlerde yağma olayları gerçekleştiriyor, ciddi çatışmalar çıkıyordu. Bir anda gelişiveren olaylarda yüzlerce kişi yaşamını yitiriyor, çok değerli gıda stokları yağmalanıyordu.
                O sıralarda annem birisiyle tanıştı. Adamın babasından kalma yüzlerce doğal tohum koleksiyonu varmış. Tohum saklamak büyük suç, insana terörist muamelesi yapıyorlar. Öte yandan yapay beslenmenin getirdiği sorunlar da kendini göstermeye başlamış, salgın hastalıklar ortalığı kasıp kavurmakta. Annem bir anda kararını verdi. Hep birlikte Karaburun’daki Eğil Liman bölgesine yakın bir yere taşındık. Annemin erkek arkadaşı çok becerikliydi. Sanırım biraz da parası vardı. Eğil limanda gözden uzakta kendi çiftliğimizi kurduk. Burası çok rüzgar alıyordu, rüzgar enerjisini elektriğe çevirecek sistemler geliştirdiler. Rüzgar bir pervaneyi döndürüyor, pervane emme basma tulumbayı harekete geçiriyor, denizden emilen su, hemen arkamızdaki tepenin üzerine basılıyordu. Sonra oradan kendi ağırlığı ile aşağıya inerken jeneratörleri çalıştırıyor böylece elektrik elde ediliyordu. Sistem sonsuza kadar çalışabilirdi. Annemle arkadaşı kafa kafaya verip bir de saf su aygıtı yaptılar. Denizden aldıkları suyu dikey yerleştirilmiş kolonun içine veriyorlar, tepeden saf su çıkıyordu. Onu biraz deniz suyu ile karıştırıp içiyorduk. Kendi tarlamızı açıp doğal ürünler yetiştirmeye başladık. Yalnızca bir yıl sonra beslenmemizde hiç yapay madde kalmamıştı. Hatta bir de küçük kümes yapıp içine on tane tavuk koymuştuk.”
Salondan bir  “oh” sesi yükseldi.
Sunucu oturduğu yerden kalkıp ortaya doğru ilerlerdi;
                “Size binlerce teşekkür Beria ana, şimdi izin verirseniz soru cevap bölümüne geçelim. Salondan sorusu olan var mı?”
 Salonun en az yarısı elini kaldırmıştı, sunucu sıranın başında oturan orta yaşlı adamı işaret etti;
                “Sizden başlayalım efendim, buyurun ama kısa ve öz lütfen.”
Adam kendisine uzatılan mikrofonu aldı,
                “Beria hanım, bir şeyi merak ediyorum, ihtiyacınızdan çok daha fazla ürün elde edebilirdiniz, bunları satıp zengin olmayı hiç düşünmediniz mi?”
Beria ana dikkatle adamı süzdü, yavaşça söze başladı. Tane tane konuşuyordu.
                “Hayır, iki nedenle bunu yapamazdık. Birincisi annem ve erkek arkadaşı, elbette ben de öyle, ticaret denilen kavramın insanlığı getirdiği yeri görebiliyorduk. İnsanlar büyük kentlerde yapay besinlerle, katkılı geri dönüştürülmüş sularla yaşam savaşı veriyorlardı. İçinde bulunduğumuz kötü koşulların temelinde bu küçük zengin olma isteği yatıyordu. Bunun yeniden yaşanmasına izin veremezdik.”
Salondan büyük bir alkış sesi yükseldi, “bravo” haykırışları duyuldu. Beria ana konuşmasını kesip alkışların bitmesini bekledi, sonra devam etti.
                “İkinci neden ise daha önemli. Önceden belirttiğim gibi, sertifikasız tohum saklamak suçtu. Yine sertifikasız, yani sistemin haberi olmadan içecek su üretmek de suçtu. Dolayısıyla istesek bile ürünlerimizi satamazdık. Sistem bizi zaten yasa dışı ilan etmişti, bizlerin teröristlerden farkı yoktu. Bu nedenle zenginlik hayalleri kuramazdık.”
Salonda önce kahkaha sesleri duyuldu, ardından alkış geldi. Yeniden sorulara geçildiğinde bir kadın söz aldı;
                “Beria ana, peki bütün bunları yaparken, hiç mi yakalanmadınız, hiç mi polis peşinize düşmedi?”
                “Hayır, aslında böyle bir endişe taşımıyor değildik. Ancak kolluk kuvvetleri kentlerdeki anarşiyi önlemek adına kırsal alandan çekilmişlerdi. Zaten kırsalda o kadar az insan yaşıyordu ki buralarda yıllardan beri tek bir olay bile çıkmamıştı. Yine de çok dikkat ediyorduk. Çiftliğimiz dışarıdan bakıldığında göze görülmeyecek bir yere kurulmuştu. Ama sanırım sistemin bizi bulamamasının temelinde on milyona yaklaşan İzmir nüfusuna hakim olabilme çabaları yatıyordu. Büyük kentlerde öylesine meşguldüler ki bizimle uğraşacak zamanları yoktu. Çiftliğe yerleştikten yalnızca üç yıl sonra yirmiden fazla aile aynı bölgeyi paylaşmaya başladı. Beşinci yılda ise topluluğumuz 165 kişilik nüfusa ulaşmıştı. Bu tarihten sonra daha fazla üye kabul etmedik. Ama bizi örnek alan pek çok kişi benzeri alanlar kurdular. Bunlar bir araya gelip kendi güvenlik sistemlerini geliştirdiğimizde herkes bizleri duymuştu ama artık sistem çökmek üzereydi ve onun güçlerini endişe etmemiz gerekmiyordu.”
Salon kısa süreliğine sessizliğe bürünürken, orta sıralardan bir genç kız elini kaldırdı.
                “Size özel bir şey sorabilir miyim? Çiftliği kurduğunuzda hiç sıkılmadınız mı? Yani arkadaşınız, konuşabileceğiniz birisi bulunmuyordu. Annenizin erkek arkadaşı vardı ama sizinle ilgilenecek kimse yoktu.”
Beria ana başını öne eğdi, bakışlarını toplumdan kaçırdı, hafif bir sesle;
                “Evet, bu oldukça özel bir soru oldu ama bu günlere ulaşmak için hangi yollardan geçtiğimiz önemliyse size itiraf etmeliyim ki ilk başlarda çok sıkılıyordum. Haftada iki ya da üç kez İzmir’e gidip arkadaşlarımla kalıyordum. El altından sattığım doğal ürünler sayesinde kendi harçlığımı çıkarıyordum ama erkek arkadaşlarım zaten bana para harcatmıyorlardı. Hatta birkaç kez o modası geçmiş evlenme tekliflerinden aldım. Hiç birine yüz vermedim. Gelip geçici birlikteliklerle bir süre gönül eğledim. O zamanlar kentlerdeki oğlanlar kızlarla çıkabilmek için para harcamak zorundaydı. Bu ise kazanç anlamına geliyordu, ancak parası, kazancı olanların kız arkadaşları vardı. Zaten kızlar da kendilerine arkadaş seçerken oğlanların yüzüne değil, cebine bakıyordu. Benim de birkaç tane erkek arkadaşım oldu. Zengin çocuklardı, altlarında son model arabalarla tozu dumana katarak dolaşırlardı. Burunları bir karış havadaydı. Arabalarından ve kendi bencil duygularından başka hiçbir şeye önem vermiyorlardı. Ama çiftlik bir başkaydı. Orada önceden hiç duymadığım duygularla birlikte oluyordunuz, duygular daha temiz daha içtendi. Kız erkek ilişkileri kazanca göre değil, kişilerin beğenilerine göre düzenleniyordu. Böylece kentlerde yaşayan pek çok kız ve erkek yalnızca bu nedenle bize katılmak istedi. Gün boyu tarlalarda, kümeslerde çalışıyorduk ama gece olunca sabaha kadar eğlenmek hakkımızdı. Üstelik karışan görüşen de yoktu. Dolayısıyla benim sıkıntılı günlerim üç ay bile sürmedi. Sonra komşu çiftliklerden bir oğlanla tanıştım. Nasıl oldu bilmiyorum ama onunla birlikte iken İzmir’deki partileri unutuyordum. O çocuk farklıydı. Hayatımda ilk kez birine bu kadar bağlanıyordum. Sırılsıklam aşık olmuştum. Bir süre sonra hamile kaldım ve o çocuğu doğurmuş olmaktan ötürü gurur duyuyorum.”
Salondakiler yeniden alkışladılar, sunucu oturduğu yerden kalktı, ortaya doğru ilerledi ama Beria ana onu durdurdu;
                “Söyleyeceklerim henüz bitmedi, dahası var, dinleyin” dedi, devam etti.
 “Oğlum üç yaşına geldiğinde bizim çiftlik tam anlamıyla aileye dönüşmüştü. Yanılmıyorsam 120-130 kişilik bir guruptuk ve sosyal açıdan ihtiyaç duyduğum her şey orada fazlasıyla vardı. İzmir’e yılda bir ya da iki kez gidiyorduk. Çevremizde yeni çiftlikler kuruluyor, bölgenin nüfusu artıyordu. O yıl erkek arkadaşım bizleri bırakarak Urla’daki başka bir çiftliğe yerleşti. Yalnız kalmıştım ama sorun değildi. Kendimi bilime verdim. Komşu çiftliklere yerleşmiş değerli bilim adamları vardı. Onlardan matematik, kimya, biyoloji, felsefe gibi dersler aldım. Kısa süre sonra doğal tarım teknikleri konusunda aranan bir uzmandım. Yıllar böylece geçip gitti. Yaşantım boyunca dört kez aşık oldum ve her birinden birer çocuk doğurdum. Biz o zamanlar çok şanslıydık. Şimdi insanlara bu kadar çok doğum yapma izni verilmiyor.”
Salondan kahkahalar yükselirken sunucu oturduğu yerden kalktı,
                “Başka sorusu olan?” diye sordu
Salonun ortalarından bir kadın ayağa fırladı, sunucu ona söz verdi.
                “Efendim ben verdiğiniz bilgiler için size minnettarım. Ama bir şeyi, özellikle çok merak ediyorum. Bu konu tartışmaya açık. Yani erkek egemen toplumdan söz ediyorum. Onu nasıl yendiniz, Siz onu yaşayan biri olarak nasıl başardınız?”
                Beria ana dikkatlice kadına baktı, bir an gözleri dalıp gitti ama kendisini çabuk toparladı.
                “Hemen bir düzeltme yapayım, ben erkek egemen toplumda hiç yaşamadım. Evimizde onun tek temsilcisi büyük annemdi. 20. Yüzyılın sonlarında doğmuştu. Bir zamanlar her şeyin erkeklerin elinde olduğu sistemi anlatırdı. Örneğin çalıştığı kurumda bir adam varmış. Büyük annemi pek beğenirmiş. Ne yapmış biliyor musunuz, büyük annemim babasına gidip onu istemiş.”
Ön sıralarda oturan on beş yaşlarında genç bir kız hırsla ayağa fırladı,
                “Ne!!!..., bu işe başkaları niye karışsın ki?”
Beria ana genç kıza baktı, gülümsedi,
                “İşte, erkek egemen toplum aslında bu. Her şeye erkeklerin karar verdiği düzenin adı. Tarihçiler buna benzer pek çok örnek gösterebilirler. Ama en basit, en yalın ve en gerçekçi tanım budur. Erkek toplumunda kararları daima erkekler alır. 21. Yüzyılın başlarında Türkiye’de anayasa mahkemesinin 112 üyesinden yalnızca dört tanesi bayandır onlar da 1990’dan sonra görev yapmıştır. Ve benim büyük annem kendisine ters ters bakan insanların gözü önünde sevgilisiyle öpüşerek ve kimi zaman bu nedenle dayak yiyerek, tek başına bir evde oturma cesaretini göstererek, bazı durumlarda tecavüze uğrayarak hatta en sonunda yasal babası olmayan bir kız çocuğu doğurarak kadınların baş kaldırışını simgeledi.  Erkekler tepki gösterdiler. Hakaret ettiler, dövdüler hatta öldürdüler. Ama yalnızca benim büyük annem değil, 20. Yüzyılın sonunda doğan genç kızların birçoğu büyük acılar pahasına özgürlüklerini, kadınlıklarını savundular, onu kimseyle paylaşmadılar. Kimi zaman küçük çiftliklere çekildiler, ot yiyerek çocuklarını büyüttüler. Kimi zaman da iş yerlerini doldurdular. Yeteneklerini geliştirdiler. Benim annem otuzlu yaşlara geldiğinde toplumda para kazanan, kendi ayakları üzerinde duran bağımsız, özgür kadın sayısı erkekleri geçmişti. Erkeklerin elinde yalnızca yasal düzenlemeler, birkaç tapu ve hiçbir işe yaramayan hisse senetleri kalmıştı. Annemin dönemi basitçe onları yırtıp attı, bizlere de yeni bir düzen kurmak kaldı. Aslında işi yapanlar benim büyük annem ve annem gibi insanlardı.”
Salonda tam bir sessizlik oldu. Birçok kişi Beria ananın anlattıklarıyla öylesine derin hayallere dalmışlardı ki konuşmanın bittiğini fark edemediler. Herkes kendi büyük annesinin yaptığı fedakârlıkları anımsamıştı, kimilerinin gözlerinde yaşlar tomurcuklandı.


Kadınlar için mücadele devam etmektedir. Kötü bakışlardan korkmadan, hakaretlerden yılmadan, kimi zaman şiddete uğramayı umursamadan hatta bu uğurda canlarını vererek ileriye doğru yürüyeceklerdir. Evrimle başlayan medeniyetimiz, erkek egemen toplum modeliyle çizgisinden sapmış, kadın asla evrimleşmediği bir yaşam biçimine mahkum edilmiştir. Şimdi ise bu sapma düzeltilmektedir, medeniyetimiz yeniden o düz hat üzerindeki yerini alacaktır. Bu nedenle nasıl geçmişte büyük annelerimiz kendi ailelerinin efendileri olmuşsa, kadınlarımız da geleceğin efendileri olacaktır. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

17.Bölüm - Erkek egemen toplum tarihi

16.Bölüm - Görünmeyen zincir, bekaret

18.Blüm - Tüketim toplumu