21.Bölüm - Küresel ısınma
21.Küresel Isınma
Amerikalı bilim adamı Roger Revelle 1957 yılında atmosferdeki
karbondioksit miktarının ölçülmesi fikrini ortaya atar. Bir şeyler
sezinlemiştir, sürecin nerelere ulaşabileceğini bilmektedir. Atmosfere her gün
ölçüm balonları göndermeye başlarlar. Bu iş için medeniyetten oldukça uzakta,
pasifik okyanusunun ortasında bir yer seçerler. Birkaç yıl içinde toplanan
veriler değerlendirildiğinde sonuçlar ürkütücüdür (186). Gezegenimizdeki atmosfer değişimi gözle
görünür duruma gelmiştir. Dahası, eğer hiçbir önlem alınmazsa, sonuçlar tam bir
felakete doğru ilerlediğimizi göstermektedir.
Güneşten gelen ışınlar, dünyaya ulaştıklarında enerjilerinin bir
kısmını buraya bırakarak geriye yansımaktadır. Bu olay dünyanın ılıman iklime
sahip olması açısından çok önemlidir. Sistem binlerce yıldan beri kusursuz
işlemektedir. Gerçi bazı doğal felaketlerde, örneğin daha önce sözünü ettiğimiz
Toba patlaması sırasında düzen bozulmuş ise de, daha sonra işler yeniden eski
haline dönmüştür. Ancak şurası kesindir. Atmosferimiz, dünyanın sahip olduğu
iklim biçimi üzerinde tam olarak etkilidir. Amerikalı bilim adamının bulduğu
şey ise atmosferin karbondioksit ile doldurulduğudur. Karbondioksit, dünyadan
geriye yansıyan güneş ışınlarını tutmakta bu ise ısınmaya neden olmaktadır.
Dünyanın belli başlı yüksek dağlarının tepeleri daima beyaz olmuştur.
Afrika’nın ünlü Kilimanjora dağı (kelime anlamı olarak parlayan dağ) günümüzde
karlı tepelerini yitirmiş durumdadır (187). Televizyonlarımızda eriyen
buzullarla ilgili pek çok belgesel izlenmektedir. Dünyanın çeşitli yerlerinde
bulunan buzulların erimeleri neredeyse tamamlanmış gibidir. Himalaya dağları
özel bir öneme sahiptir çünkü Çin ve Hindistan tarafında milyonlarca insan
içecek sularını buradaki kaynaklardan elde etmektedir. Isınmanın yöredeki
etkileri ciddi biçimde tartışılmaktadır. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği
Paneli, Himalayalardaki buzulların 2035 yılına kadar tamamen eriyeceği
konusunda raporların hatalı olduğunu belirtmiştir. Hindistan buzulların tümüyle
eridiğine ilişkin raporlara itiraz etmektedir. Sonuçta yalnızca 25 yıl sonrası
için bir felaket haberinin yol açabileceği ekonomik kayıplar çok açıktır. Ancak burada yer alan Kolahoi buzulunun yılda
3 metre hızla eridiği ve bu güne kadar toplam kütlesinin %15-18’ini kaybettiği
bildirilmektedir (188).
Bilim adamları küresel ısınmayı daha iyi anlayabilmek için geçmiş
tarihlerdeki atmosfer hakkında bilgi sahibi olmak istemişlerdir. Üstelik bunun
için çok iyi bir de fırsat vardır. Yağan karlar aralarındaki hava boşluklarıyla
birlikte donmakta, adeta yağdıkları andaki havayı oraya hapsetmektedirler. Ve
kutuplarda binlerce yıl önce yağmış kar yığınları buzullar halinde
bulunmaktadır. Buzullardan alınan örneklerdeki hava, özel bir donanım
yardımıyla oradan alınıp incelenebilir. Sonuçlar binlerce yıllık sıcaklık
tablosu olarak karşımıza çıkar ve oldukça çarpıcıdır. Son bin yıllık
karbondioksit sonuçları karşılaştırıldığında, sıcaklığın ona tam olarak uygun
bir çizgi ile yükseldiği görülmektedir (186). Ama bilim adamları bununla da yetinmemiş,
650.000 yıl geriye giderek atmosferdeki karbon dioksit miktarı ile sıcaklık
arasındaki ilişkiyi karşılaştırmışlar, buzul devirleri ve ısınma dönemlerinin
tam olarak karbondioksit miktarıyla ilintili olduğunu görmüşlerdir (186). Buna
göre karbon dioksit miktarı arttıkça sıcaklıkta ona uygun olarak
yükselmektedir. Ama 650.000 yıllık süre içinde atmosferdeki karbondioksit
miktarı hiçbir zaman milyonda üç yüz düzeyini aşmamıştır. Oysa 2010 yılı mart
ayında gazete haberleri atmosferdeki karbondioksit miktarını 393,71 ppm olarak
veriyorlardı. İşin ilginç yanı, bir önceki yıla ait değer ise 393,17 ppm idi
(189). 1958 yılında bulunan rakamın 315 ppm, 2004 yılının da 379 ppm olduğu
dikkate alınırsa, çizilen grafik yardımıyla günümüz koşulları sürdürüldüğünde
2025 yılında değerin 450 ppm’e ulaşabileceği görülür. Buna uygun beklenen
sıcaklık artışı ise ortalamada 1 derecedir. 450 ppm düzeyi felaket sınırı
olarak bilinmektedir (190).
Bir derecelik artış çok büyük görülmeyebilir. Ama söz konusu olan şey,
dünyanın ortalama sıcaklığındaki yükselmedir. Bu açıdan bir derece çok
tehlikeli bir gelişmenin habercisidir. Bazı bölgelerde sıcaklık farkları o
denli yükselir ki ılıman bölgeler kolayca ekvator kuşağına dönebilir.
Orman yangınları doğal bir gelişmenin sonucudur. Yani doğada çeşitli
tipte yangınlar insan etkisi olmaksızın da meydana gelmekte ve bitki örtüsünü
değiştirmektedir. Buna karşın sıcaklık artışıyla orman yangınlarının sayısı da
önemli ölçüde yükselmiştir. 2001 yılında Avustralya’daki çalı yangınları öylesine
büyümüştü ki insanlar o yılı “kara noel” olarak adlandırdılar (190). Sıcaklık
artışıyla kuruyan çalılar, daha önce hiç yangın görülmeyen yerlerin bile
alevlerle sarılmasına neden olmuştu. Ormancılar aylar boyunca yangınla
savaştılar.
Küresel ısınma, sıcaklığın yavaşça yükselmesi anlamına gelmiyor. Tüm
sistemin çalışma biçimini değiştiriyor (190). Bir yerde kuralık hüküm sürerken,
diğer bölge görülmemiş sel felaketleriyle uğraşıyor. 2004 yılında arka arkaya
meydana gelen tayfunlar her yeri yıkıp geçtiler. Hortum olamaz denilen güney
yarım kürede bile Brezilya hortumlarla karşılaşmaya başladı (186). 2005 yılı
ise New Orleans ve Katrina kasırgası ile anımsanacak.
Kimyanın temel bir yasası vardır. Sıcaklık artarsa tepkimelerin de
şiddeti artar. Bunu çok basit bir deney ile görebilirsiniz. Buzdolabında
soğuttuğumuz suyu çay bardağına koyup içine bir tane kesme şeker atın ve hızla
karıştırın. Aynı deneyi kaynar su ile tekrarladığınızda, sıcak suda şekerin çok
çabuk eridiğini göreceksiniz Yani sıcaklığı arttırdığınızda kimyasal olaylar
daha hızlı biçimde gerçekleşmeye başlar.
Bunun anlamı şudur, dünyanın ortalama sıcaklığı artınca o güne değin
alışık olduğunuz iklim olayları hızlanır. Sıcak günlerin arkasından inanılmaz
yağışlar, sel baskınları gelir. Eskiden günlerce çisil çisil yağan yağmur
gündelik tufanlara dönüşür. Aynı bölgede yazın sıcaklık rekorları kırılırken
kışın don olaylarıyla karşılaşılır.
Dolayısıyla sıcaklık artışı aynı zamanda rüzgar hızının, rüzgarla
taşınan nem miktarının da artmasına yol açar. Böylece tayfunlar daha hızlı ve
bol yağışlı olurlar. Zaten bu nedenle Katrina New Orleans’ı vurduktan sonra
bile yoluna devam edebilmişti. İşin ilginç yanı, Katrina kasırgasından aylar
önce, bölgede görülmemiş düzeyde güçlü kasırgaların olabileceği konusunda
yeterince uyarı yapılmıştı. Amerikalı yetkililerin uyarılara pek de kulak
asmadıkları acı deneylerle ortaya çıktı. Ve bazı Amerikalılar bu umursamazlığın
bedelini canlarıyla ödediler.
Amerika Birleşik Devletlerinin Katrina kasırgası karşısındaki tutumu
da incelenmeye muhtaçtır. Süper gücün pek etkili olmadığı ve zor durumdaki
yüzlerce vatandaşına ulaşamadığı açıkça görülmüştür. Erkek egemen toplumun
günümüzdeki en önemli temsilcisi sendelemektedir.
Tüketim toplumu, yaşamın her anında olabildiğince çok karbondioksit
üretmektedir. Bir şişe suyu kilometrelerce uzaktan taşımanın bedeli yalnızca
şişe suyunun fiyatıyla karşılaştırılmaz. Atmosfere salınan ve görünürde hiçbir
ücret ödemediğimiz karbondioksit miktarı için de gelecekte bazı insanlar yaşamlarını
verebilirler. Üstelik o insan bizim kendi torunumuz da olabilir.
Küresel ısınma daha şimdiden bizleri etkilemeye başlamıştır. Aslında
çoğu kimse farkında değil ama ilk uyananlar sigorta şirketleridir. Kimi yerler
çok kurak, kimi yerler aşırı yağışlıdır, sigortacılar giderek daha çok çalışmak
zorunda kalmaktadır. Ödenen sigorta miktarı yıllar itibariyle tıpkı
karbondioksit grafiği gibi giderek yükselmektedir. İki binli yıllarda Avrupa’da
yüzden fazla sel baskını meydana gelmiştir (186). 2010 yılı yaz aylarında
Pakistan’da 1500 Çin’de 1700 kişi sel baskınlarından hayatını kaybetmiş (191),
aynı dönemde Rusya görülmemiş bir kuraklıkla boğuşmuş, dünyaya buğday
satamayacağını açıklamak zorunda kalmıştır. O sırada binlerce orman yangınının
dumanı Moskova’ya ulaşmaktadır.
Birçok kişi için sıcaklıkla birlikte yağmurların artışı kolay
anlaşılabilir bir durumdur. Sonuçta ısınan denizlerden buharlaşan su başka
yerlere yağmur olarak dökülecektir. Gerçekte kuraklık da benzer bir mekanizmaya
sahiptir. Isınan topraktaki su tıpkı denizlerde olduğu gibi buhar haline
gelerek havaya karışır. Ama yağış olmadığından kaybedilen nem geri kazanılamaz
ve toprak hızla çoraklaşmaya başlar. Çünkü nemin olmadığı yerdeki yaşam ancak
çöl koşulları anlamına gelir.
Dünyanın donmuş bölgesi olan Alaska ve Sibirya’da küresel ısınma
nedeniyle hızlı bir çözünme görülmektedir. Yıllardır donmuş olarak kalan toprak
kimi yerlerde çamur bataklıkları haline dönüşmüştür. Aslında küresel ısınma ile
ilgili bilgilerin en kesin olanları askeri yetkililerin elinde bulunmaktadır.
1960 yılından itibaren Amerikan Nükleer denizaltıları kuzey kutbunun altında
devriye gezmeye başlar. Bunlar yalnızca 105 cm’lik buz kalınlığını kırarak
yüzeye çıkabildikleri için geçtikleri yerlerdeki buzun kalınlığını büyük bir
titizlikle ölçerler ve bu bilgiler 2005 yılında açıklandığında 1970 yılına göre
kuzey kutbunun kalınlığını %40 oranında kaybettiği ortaya çıkar. Daha da
kötüsü, önümüzdeki elli yıl içinde kuzey kutbu tamamen yok olacaktır. Kutuplar,
parlak beyaz yapılarıyla güneş ışığının çok büyük bölümünü yansıtmaktadır.
Onların yok olmasıyla koyu renkli okyanus daha hızlı ısınmaya başlayacaktır
(186). Kuzey kutbu, dünyanın bir başka noktasına göre çok daha fazla ısınma
olanağına sahiptir.
İklimin değişmeye başlaması, iklime göre düzenlenmiş tüm biyolojik
yaşamın değişmesi anlamına gelmektedir. Milyonlarca yıllık evrim sürecinde
iklim çok önemli bir yer tutmakta, türlerin varlıklarını sürdürebilmesi, yaşam
koşullarının korunması gerekmektedir. Kimi türler için ise yeni koşullar yok
oluş ile aynı anlamdadır. Çünkü çevre onların varlıklarına giderek
yabancılaşmaktadır. Buna karşın sıcak bölgelerde yaşamaya alışkın türler hızla
yeni bölgelere akın etmekte ve yayılmaktadır. Çeşitli hastalık yapıcı tropik
türlerin de aynı biçimde yayılacakları açıktır. Ilıman kuşak insanların en
kalabalık olarak yaşadığı bölgelerdir. Isınma ile birlikte bu bölgeler yeni pek
çok tehdide açık hale gelecektir. Sivrisineklerin giderek daha kuzeye doğru
yayılmaları bunun en önemli işaretlerindendir (186). Sars ve kuş gribi gibi
daha önce hiç karşılaşmadığımız yeni hastalıklar karşımıza çıktılar. Günümüzde
kenenin ısırdığı insanların bir kısmı hayatını kaybetmektedir.
Bilim çevreleri küresel ısınma ile ilgili önemli uyarılar yapmaktadır.
Ancak bilimsel çalışmaların da ne kadar uzağı görebildiği tartışılmaktadır.
Matematik tahminler bazen tutmayabilmektedir. Güney kutbunda Larsen B buzulunu
inceleyen bilim adamları uzaydan çekilmiş fotoğraflarda üzerinde siyah noktalar
oluştuğunu gördüler. Bunlar erime ile ortaya çıkan küçük su havuzcuklarıydı.
Buzul 10.000 yıl önce oluşmuş çok büyük bir yapıydı ve erimesinin yüz yıldan
fazla süreceği düşünülüyordu. Ama Ocak 2002 yılında tüm alan yalnızca 35 gün
içinde suya karışıverdi (192). Bilim dünyası beklenmeyen bu durum karşısında
şaşkınlık içinde olayı araştırmaya başladı. Daha sonra dünyanın başka
yerlerinde de benzer olaylar gerçekleşecek, havuzların erimeyi nasıl inanılmaz
bir hızla artırdığı gün ışığına çıkacaktı. Özellikle Grönland adasındaki buzul
gölleri en ince ayrıntılarına kadar belgelenerek erime mekanizmasının daha iyi
anlaşılması sağlandı.
Larsen B olayı kafaları karıştırdı çünkü laboratuar ölçümlerine dayalı
hesapların doğal yaşama hiç uymayabileceği ortaya çıkmıştı. Acaba hata
yaptığımız başka ölçümler de olabilir miydi? 1990’lı yılların başında
Üniversitelerde, küresel ısınmanın deniz seviyesinde kaç santimlik yükselme
yapacağını tartışırdık. Kabaca, mevcut buzullar belliydi, oradan çıkacak suyun
dünya denizlerinde nasıl bir yükselme yapacağını kolayca hesaplayabilirdik. Bu
hesapları yaptığımızda bulduğumuz rakamlar 30 ile 60 cm arasında değişiyordu ve
daha yüksek rakamları da ancak şaka niyetine konuşurduk. Hâlbuki 2005 yılına
geldiğimizde denizlerin 3 metre yükseleceğini söylemek hiç de abartı sayılmıyordu.
Hatta kimileri altı metreyi telaffuz etmeye başlamıştı (186).
Şurası çok açık olarak ortaya çıkmıştı ki, doğal olayların geleceğine
ilişkin hesaplar yaparken hiç beklemediğiniz sürprizlerle karşılaşmak her zaman
için mümkündür. Beklenmeyen olaylara en güzel örnek 2010 yılı yazında Meksika
körfezinde görülen petrol sızıntısıdır. Meksika körfezindeki iklim
değişikliklerinin ve de özellikle hortumların küresel ısınma ile hangi yolda
ilerleyeceğine ilişkin tahminler yapabilirsiniz ama bir petrol platformunun
yanarak batacağını ve denize tonlarca Petrolün yayılacağını öngöremezsiniz. Bu
olayın yarattığı çevre felaketiyle küresel ısınmaya nasıl katkı yaptığı ancak
gelecek yıllarda belli olacaktır.
Tüm belirsizliklere rağmen insanları gelecekteki ısınma olaylarıyla
ilgili olarak uyarmak zorundayız. Bir derecelik artışı küçümseyebiliriz. Oysa
bilimsel tahminler bize başka şeyler anlatmaktadır. Dünyanın ortalama sıcaklığı
bir derece arttığında, kuzey kutbu yılın yarısında tamamen yok olacaktır. Dünyada
pek çok yer sular altında kalacak, ekvator çizgisinin güneyinde de büyük
hortumlar başlayacaktır. Bu gün verimli ovalar olarak görülen yerler hızla
çölleşecektir. ABD’nin orta kesiminde büyük bir çöl meydana gelecek, neredeyse
Kanada sınırına kadar uzanacaktır (190). Orta doğudaki çöller Türkiye’nin
güneyinden yukarıya doğru uzanacak, Orta Anadolu hatta Egenin bir bölümü çöl
koşullarına sahip olacaktır. Bu alanda pek çok akarsu ve göl zaten yılın büyük
bölümünde tamamen kurudur. Çölleşme özellikle tarımsal üretim konusunda ciddi
sorundur. Günümüzde tarım yapılan asıl verimli bölge kuzeye doğru taşınacaktır.
Örneğin İngiltere’nin güneyi zeytinciliğe başlamıştır. Türkiye’de de Denizli
gelecekte önemli bir zeytincilik alanı olabilir. Zeytin ağacı (-7) derecede
ölmektedir ve bu nedenle soğuk kıs mevsimine sahip yerlerde zeytin
yetiştirilemez. Ama küresel ısınma sayesinde bu bölgelerde kışın sıcaklık
(-7)’nin altına hiç düşmemektedir (193).
Nasa’nın iklim bilimcilerinden James Hansen, dünyanın ikliminin pek
çok kez değiştiğini söylüyor. Ama günümüzde farklı olan şey değişikliğin
hızıdır. Isınma son bir milyon yıldır hiç bu kadar hızlı olmamıştı (194). Geri
dönülemez nokta olarak gösterilen 450 ppm sınırının hemen yanında duruyoruz.
Tıpkı dev bir geminin fren yapması gibi, bu gün karbondioksit üretimini tamamen
durdurmak için karar alsak bile atmosferdeki artış sürecektir. Küresel ısınma
ile ilgili bilgilerimiz son kırk yılda önemli değişikliklere uğradı. İklim söz
konusu olduğunda yirmi otuz yıl gibi süreler çok küçük rakamlardır. Eğer böyle
devam edecek olursa dünya üzerindeki canlıların yeni duruma ayak uydurmaları
düşünülemez. Evrimleşme süreci için zaman yetersizdir. Dolayısıyla küresel
ısınmanın bir derecelik artışı bile bazı canlıların kitle halinde yok olmalarıyla
sonuçlanacaktır.
Tüketim toplumunun bize sunduğu yaşam biçimi tam bir enerji
savurganıdır, karbondioksit üretimini giderek artırmaktadır. Günlük yaşamımızda
normal olarak gördüğümüz pek çok şey gerçekte aşırı karbondioksit salınmasına
neden olmaktadır. Amerikalı araştırmacı Jamais Cascio 2007 yılında çok ilginç
bir çalışma yapar. Amerikalıların en sevdiği ve haftada ortalama üç tane yediği
yiyeceklerden olan çizburgerin küresel ısınmaya etkisini bulmaya çalışır.
Haftada üç adetten yılda 150 tane çizburger yenmektedir. Çizburgeri oluşturan
tüm maddelerin üretimi için tüketilen enerjiyi hesaplamaya girişir. Sığırları
yetiştirmekte kullanılan yem hammaddelerine, marulların ve sandviç ekmeği için
buğday yetiştirilmesine, ineklerden sağılan sütün peynir haline getirilmesine,
sığırların kesilmesiyle et üretimine, bütün bu yiyecekler bozulmasın diye soğuk
havalı özel kamyonlarla taşınmasına kadar yapılan işlemlerin neden olduğu
karbon dioksit salınmasına ait rakamsal değerleri bulmak ister. Üstelik çizburger
üretimi sırasında çıkan sera gazı yalnızca karbondioksit de değildir, sığırlar
önemli ölçüde metan salınmasına neden olmaktadır. Tüm hesaplamaları yaptığında
inanılmaz bir rakamla karşılaşır. Her Amerikalının haftada yediği üç çizburger
tam 200.000 ton karbondioksitin atmosfere salınmasına neden olmaktadır (195).
Üstelik bu miktar yalnızca ABD’den gelmektedir.
Ilıman kuşağın kuzeye kayması herkes için olumlu sonuçlar
doğurmayabiliyor. Örneğin Kanada’da çam ormanları güneyden gelen çam bitlerine
karşı yenik düşüyor, büyük alanlarda
orman örtüsü yok oluyor. Kutup ayılarının acıklı hali haber bültenlerinde
karşımıza geliyor, pasifik okyanusunda bulunan bazı alçak adalar yavaşça
suların altına gömülüyor. Bir derecelik artış bile dünyayı değiştirmek için
yeterli. Oysa korkulan şey artışın daha da fazla olabileceği. Gerçi altı yedi
derecelik artışlar için önümüzde uzun sayılacak zaman dilimi olabilir ama bir
derecelik artışın neresindeyiz? 20 yıl önce bir derecelik artışın hiç önemli
olmadığını söyleyebiliyorduk, bu gün aynı fikirde değiliz. Hatta günümüzdeki
gelişmelere bakarak bir derecenin kolaylıkla aşılacağını söyleyebiliriz. Onca
uyarıya karşın dünya tüketim toplumu modelini yaymaya çalışıyor. Dünya Enerji
Ajansının bildirdiğine göre 2030 yılında atmosfere salınan karbondioksit
miktarı bu günkünden %70 daha fazla olacaktır (196). Acaba bir derece yerine
iki derecelik artışa odaklanmamız, geleceği hatasız kurgulamak açısından daha
doğru bir tutum olabilir mi? Bir derecelik artıştan yeterince ders almamış dünya,
iki derecenin felaketlerine ne kadar katlanabilecektir?
Küresel ısınmanın asıl etkisi denizler üzerinde görülecektir. Sonuçta
dünyanın %70’ini denizler oluşturmaktadır ve burada yer alan doğal sistemler
pek çok iklim olayını da kontrol etmektedir. Denizlerdeki ısınma, buzulların
erime hızını artırır. Grönland’daki buzullar daha şimdiden on yıl öncesine göre
iki kat hızlı erimeye başlamıştır. Yapılan ölçümlerde yalnızca Gröndland’daki
buzulların erimesiyle deniz seviyesinin 7 metre yükselebileceği hesaplanmaktadır
(190). Acaba biz, yüz yıl süreceği düşünülen 6 metrelik yükselme yerine 2030
yılına kadar iki ya da üç metrelik yükselmelerle karşı karşıya gelebilir miyiz?
İki metrelik yükselme bile dünyada pek çok yerin sular altında kalmasıyla
sonuçlanacaktır.
2010 yılında bile küresel ısınmanın etkileri açıkça görülmektedir.
Sıcaklık artışı ılıman kuşakta yer alan Avrupa ülkelerinde ve Türkiye’de ciddi
ürün kayıplarına yol açmaktadır. 2009 yılında taze fasulye üreten bir üretici,
bol suları olduğu halde ürününü yanmaktan kurtaramadığından yakınıyordu.
Gelecekte ise yeterli su hiç olmayacaktır.
Son yıllarda tarımda ilginç uygulamalar gelişmektedir. Ziraat
mühendisleri aşırı sıcaklardan korumak için meyve bahçelerinin üzerlerini
kapatmaya çalışmaktadırlar. İnternetteki ünlü bahçe sitelerinin bir sayfasını
gölgelendirme bölümü oluşturmaya başlamıştır (197). Aşırı sıcaklar bitkinin
gelişimini olumsuz etkilemektedir. Kırk derecenin üzerindeki sıcaklıklarda pek
çok ürünün gelişmesi tamamen durur. Böylece tarımda ürünü güneşten koruma
tedbirleri gündeme gelmektedir. Bahçeyi tümüyle tente altına almak en kestirme
ama en pahalı yöntemdir. Bir diğer uygulama beyaz toz serpmektir. Özel bir
makine yardımıyla bitki üzerine atılan toz onu güneşin zararlı etkilerinden korur.
Ancak bu yöntem bitkinin gözeneklerini de tıkayabildiğinden üründe kayıplara
yol açabilmektedir. En başarılı uygulama ise bitkiyi ışın yansıtıcı yağlarla
kaplamaktır. Bir atom boyutunda kaplama hem bitki gözeneklerini etkilememekte,
ürün daha parlak görünmekte ve raf ömrü uzamaktadır. Ancak atılan kimyasal
maddelerin fiyatı oldukça yüksektir. Kaldı ki, böcek öldürücü zehirler,
genetiği değiştirilmiş ürünler gibi doğal olmayan tarım yöntemlerine bir de
güneş kremlerini eklemenin doğal olmayan insan beslenmesinde ne tür sonuçları
olacağını kestirmek kolay değildir.
Gerçekte bir derecelik artış bizi oldukça zorlayacaktır ama düzenimizi
koruyacağımız düşünülmektedir. Asıl korkulan iki derecelik artıştır ve
alıştığımız düzeni koruyamayabiliriz. Oysa düzen denilen şey, erkek egemen
toplumun gelebildiği en son aşama olan tüketim toplumudur. Bir derecelik
ısınmayı göze alıp bu yaşama biçimini sürdürmeli miyiz? En azından dünya
çapında birilerinin düzeni değiştirmek için hiç de acele etmedikleri açıktır.
Hatta küresel ısınmanın asıl etkilerinin 2050 yılından sonra görüleceğini
varsayıp, o güne kadar olabildiğince gücünü korumak ve gelecekteki
vatandaşlarına küresel ısınmadan en az zarar görecekleri bir dünya için savaşan
devletler olabilir mi?
Kriz ve küresel ısınma birlikte düşünüldüğünde bilim adamlarının
hesaplarının tutmayabileceği ortaya çıkar. Çünkü laboratuarda elde ettiğimiz
sonuçlar “normal” sayılan durumlar içindir. Oysa kriz farklı yaklaşımlar
gerektirmektedir. Gerçi üretimin düşmesi, buna bağlı olarak karbondioksit
salgılanmasının azalması gibi bir yol varsayılabilirse de, çevreye büyük zarar
verdiği bilenen yöntemleri kullanarak krizden çıkış yolu arayan şirketler de
olabilecektir. Hatta maliyetlerin düşürülmesi adına daha önce çevre
felaketlerine yol açmış kimi uygulamalar sessizce yürürlüğe sokulabilir. Bu
nedenle kriz ve küresel ısınma birbirini tamamlayan öğeler gibi görülebilir.
Krizden çıkmak için çevre kirletilir, kirli çevre krize yol açar ve bu sarmal
tüm çevrenin yok oluşuna kadar sürebilir.
Erkek egemen toplumun ulaşabildiği bu son noktanın daha ilerisinin
olmadığı çok açıktır. Yalnızca ekonomik kriz değil, tek başına çevre felaketi
bile düzeni değiştirmemiz için yeterli uyarılar taşır. Küresel ısınma, hiçbir
sınır tanımayan, sonsuz hırsların sonlu üretimlerle tatminsizliğine dayalı bir
sistemin sonucudur. Eğer doğanın üzerinde değil de içinde yaşamayı öğrenmiş
olsaydık, hem erkek egemen toplumun yarattığı pek çok sorunumuz olmayacaktı hem
de bu gün küresel ısınma ile korkulu rüyalar görmeyecektik. Üstelik küresel
ısınma gelecekte karşılaşacağımız sorunlardan ancak bir tanesidir. Diğeri de en
az onun kadar korkutucudur.
Yorumlar
Yorum Gönder