7.Bölüm - Yeniden doğuş

7. Yeniden Doğuş
Bu gün doğu Afrika’da Kenya sınırları içinde gösterilen Rift Vadisi, güneyden kuzeye doğru yanardağların sıralandığı dar ve uzun vadinin adıdır. Toba patlamasından sonra hayatta kalanlar işte bu bölgedeki insanlardır. Yanardağlarla sıralı bir yerde yaşamaları, önceden edindikleri deneyimler belki de onları Toba patlamasının sonuçlarından korumuştur. İster Toba patlamasıyla isterse de iki yüz bin yıl süren kuraklık nedeniyle olsun, son kalan iki bin insanın bir kısmı bu bölgeye sığınmış, bir kısmı ise daha güneyde yaşamını sürdürmeyi başarmıştı. Yine de her şey pamuk ipliğine bağlıydı. Yanardağ patlamaları, orman yangınları, depremler gibi doğal afetler kolayca kalan son insanları da yeryüzünden silebilirdi.
Temel olarak tüm insanlar aynıdır. Dünyanın değişik bölgelerinde yaşayanlar farklı görünüşlere sahip olabilirler ve insan bu açıdan gerçekten benzersizdir. Ama temel yapı hep aynı kalmaktadır. Bir insanın DNA’sını alıp diğeriyle karşılaştırırsanız %99.99 aynısı çıkar (69). Aramızdaki farklılıkları genlerimizdeki çok küçük değişiklikler oluşturur. Bildiğiniz gibi insanda sayılamayacak kadar çok hücre vardır ve bu hücrelerin her birinin ortasında çekirdeği bulunur. Çekirdek içinde kromozom adı verilen ipliksi maddeler vardır. Bunlar, Histon adı verilen proteinlerle kaplanmış DNA molekülleridir. Şekil benzerliği nedeniyle (Y) kromozomu adı verilen bu madde, yalnızca babadan oğula geçmekte ve kendisini tekrarlamaktadır, yeryüzündeki tüm erkeklerin (Y) kromozomları birbiriyle aynıdır. Dolayısıyla bu kromozomu geriye doğru araştırmak mümkündür. Yapılan çalışmada tüm erkeklerin bundan 60.000 yıl önce Afrika’da yaşamış bir ortak atası bulunmuştur (76).
Elbette bu ortak ata o çağdaki tek erkek değildi. Ama yalnızca onun kromozomu sonraki çağlarda kendini tekrarlama olanağı buldu, günümüze kadar geldi ve bugün her erkekte onun bir kopyasını taşıyor (69).
Benzer bir durum kadınlar için de geçerlidir. Onların hücrelerinde mitokondri adı verilen özel bir hücre yapıtaşı vardır. Bunu hem erkek hem de kadınlar taşır ancak yalnızca anneler bebeklerine aktarabilir. Mitokondri üzerine yapılan çalışmalar da bilim adamlarını 150-200 bin yıl önce Afrika’da yaşamış bir kadına ulaştırmıştır. Günümüzde hepimizin hücrelerinde bulunan mitokondrinin temeli tek bir kadına dayanmaktadır (69).
Kromozom ve Mitokondrinin tek bir kaynaktan geliyor olması Adem ve Havva öyküsü türünde bir gelişme sayılabilirse de aradaki zaman farkından ötürü 60.000 yıl önce yaşayan erkeğin aslında kadının torunu olduğu ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla tüm insanların kökeni gerçekte bir kadına aittir.
İki insan arasında DNA’nın %99.99 oranın benzemesine karşın, geriye kalan %0.01’lik kesim kimyacılar açısından çok önemlidir çünkü farklılıklarımızı yaratan ve işaretçi adı verilen maddeler burada bulunmaktadır. İşaretçiler genlerimiz üzerinde olan küçük değişiklikleri gösterirler. Yani bunlar ilk değiştikleri zamandan sonra kendilerini aynı biçimde kopyalamışlar ve günümüze kadar gelmişlerdir. Bir çeşit tarih noktası gibidir. İşaretçiler bize geçmişimiz hakkında çok önemli bilgiler vermektedir.
74.000 yıl önce nüfusu neredeyse tükenmek üzere olan atalarımızı güzel günler beklemektedir. İklim düzelmiş ve hemen her yerde sulak yeşillikler ortaya çıkmıştır. Bu çok hızlı çoğalma anlamına gelmekte ise de gerçekte artış yavaştır. Çünkü o dönemde ortalama insan ömrü yalnızca on sekiz, yirmi yıldır. Kız çocuklarının 12 yaş ve üzerinde doğurgan hale geldiklerini varsayarsak, aktif biçimde anne olabilme süresi yalnızca ortalama 6-8 yıl olarak kalmaktadır. Süt vermenin bir doğum kontrolü yöntemi olduğu herkesçe bilinmektedir (77). Süt veren anneler hamile kalmazlar. Bundan 60.000 yıl önce annelerin bebeklerini üç yıla yakın emzirdikleri düşünülürse ortalama 8 yıllık aktif hamile kalabilirlik süresi içinde yalnızca 3 bebek sahibi olabilirlerdi. Bu ise çok düşük bir üreme oranı anlamına gelmektedir. Dolayısıyla Toba patlamasından sonra atalarımızın Afrika kıtası boyunca yayılmaları tam 10.000 yıl sürmüştü
Gerçekte atalarımızın bilinçli olarak bir yerden başka yere gittiklerini söylemek zordur. Onları bulundukları yeri terk etmeye zorlayan şey, besin kaynaklarının azalmasıydı. Artan nüfus yeni topluluklar oluşturuyor, yıllardır aynı bölgeyi paylaşan insanlar için beslenme sorun haline geliyordu. Böylece bazı topluluklar daha iyi kaynaklar bulmak umuduyla bulunduğu yeri terk ediyordu. Yeni yerler, yeni çoğalma olanakları anlamına geliyor, bu döngü çok hızlı olmasa da sürekli olarak kendini tekrarlıyordu. Böylece atalarımız 60.000 yıl önce Afrika’nın pek çok yerine ulaşmış, sıra oradan çıkışa gelmişti.
Afrika haritasına göz atan herkes çıkışın ancak Mısır ve Sina üzerinden olabileceğini görür. Bunun dışında Afrika’dan ayrılmak için uzun deniz yolculuklarını göze almanız gerekir ki atalarımız bunu yapacak teknolojiden uzak bulunuyorlardı. Ancak haritalarda iki nokta vardır ki buralardan da çıkış olabilir. Birincisi Cebelitarık ikincisi ise kızıl denizde Afrika ile Arap yarımadası arasındaki boğazdır. Burada Afrika, Arap yarımadasına yirmi kilometre kadar yaklaşmaktadır ve bölge Serengeti’ye çok yakındır. Doğuya doğru hareket eden insan toplulukları kısa sürede Kızıldeniz’e ulaşmış olabilirlerdi. Denize ulaşmak insan için çok büyük bir atılımdır. Çünkü atalarımız binlerce yıl öncesinden beri balıkçılığın, kara avcılığına göre çok daha güvenli bir ortam sunduğunu bilmektedir. Akarsularda bulunan balıklar bu açıdan beslenmemizde temel rol oynamışlardır. İnsanın evriminde protein kaynaklarının başında balıklar ve su ürünleri gelmektedir. İşte, deniz bu açıdan nehirlere göre neredeyse sonsuzdur. Böylece deniz kenarlarına yerleşen insan toplulukları, kara tarafında bitkisel kaynaklar bol olduğu sürece beslenme kaygısı çekmemişlerdi.
Bundan tam 60.000 yıl önce Afrika’nın en doğu ucunda yaşayan atalarımız yalnızca yirmi kilometre uzaklıkta bulunan Arap yarımadasına geçmekte gecikmeyeceklerdi (69). Üstelik burada da kalmayacaklar, sahil kenarlarını izleyerek doğuya doğru ilerlemelerini sürdüreceklerdir. Arap yarımadasını çevreleyen sıcak denizler aynı zamanda bir besin cennetiydi. Kıyı şeridini izleyen topluluklar, kısa sürede Basra körfezine oradan da bu günkü İran ve Pakistan kıyılarına ulaştılar. Hindistan’a yerleştiler oradan Güney Doğu Asya’ya vardılar. Bu yolculuk on bin yıl sürmüş, Arap yarımadasına geçen ilk Afrikalılar bundan 50.000 yıl önce Taylan’a ulaşmıştı. Aynı dönem dünya belli aralıklarla buz çağları arasında gelip gidiyordu ve bu nedenle deniz seviyeleri günümüze göre çok farklı olabiliyordu. İşte 50.000 yıl önceki buz çağı nedeniyle suların çoğu kutuplarda buz halinde toplandığından, deniz düzeyi şimdikinden 100 metre daha düşüktü ve Güney Doğu Asya adaları o zamanlar kara ile bağlantılıydı. Bu yolu kullanan atalarımız ilerlemelerini sürdürerek Avustralya’ya kadar gittiler. Buzul çağı sona erip buzullar eriyince yükselen deniz bölgede pek çok ada yarattı ve atalarımız başka yerlerle olan bağlantılarını yitirdiler. Böylece taş devri insanın yaşam biçimine ilişkin son derece önemli bilgileri bize aktarma olanağı buldular.
Burada evrim açısından bir noktanın aydınlatılması gerekmektedir. Asya insanı Afrikalı atalarından farklıdır. Daha çok Çin ve Uzak doğuda yerleşen bu insanlar,  ufak tefektir ve gözlerinin üzerinde epikantüs adı verilen özel bir deri tabakası taşırlar. Küçük vücut yapısı, soğuktan korunmaya, gözdeki deri ise aşırı beyaz ışığı engelleme amacı taşıyabilir. Uzak doğulu bu insanlar sanki buzul çağından canlı çıkmayı başarmış gibidirler. Tıpkı Neandertallerin Avrupa’nın özel koşullarına uymayı başarması gibi, uzak doğuda da H. Erektus (yada başka bir Neandertal  türü) yaşanan buzul çağını atlatmış, hatta Toba patlamasından sonra yine hayatta kalabilmiş olabilir.  Buna ilişkin kanıtlar Arkeolog Michael Petraglia tarafından Bengal körfesinde yapılan kazılarda bulunmuştur (78).
Her ne kadar gen çalışmaları insanın ilk kez 60.000 yıl önce Afrika’dan çıktığını gösteriyorsa da Arkeolojik veriler Toba patlamasından sonra dünyada kalan 2000 kadar insanın bir kısmının Avrupa ve Asya’da bulunabileceğini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla Afrika’dan çıkan atalarımız Hindistan ve uzak doğuya ulaştıklarında burada bulunan yerlilerle karışmış olabilirler.
Ancak kesin olan şey, Afrika’dan çıkan modern insanın dünyanın bu tarafına geldiği ve orada yerleşerek uzak doğuluları oluşturduğudur. Bunun için geçen süre yalnızca 10.000 yıldır. O zamanlar kara olan yerler daha sonra yükselen deniz nedeniyle ada halini almış ve atalarımızın çoğu buralarda o günkü koşullarla hapsolmuştur. 17. Ve 18. Yüzyılda bölgeye yapılan keşifler, günümüzde 50.000 yıl öncesindeki yaşam hakkındaki bilgilerimizin temelini oluşturmaktadır.
Hemen hemen aynı sürede Afrika’dan ayrılan başka bir insan topluluğu Mısır, Sina üzerinden orta doğuya ulaşmıştı. Elbette bunda Dünyanın geçici olarak ılıman bir sürece girmesinin ve Afrika’nın kuzeyinde bulunan çöllerin yerini yeşil alanların almasının büyük önemi vardır. Her zaman olduğu gibi besin aramak, daha iyi yaşam koşullarına ulaşmak isteyen insan toplulukları nüfus baskısıyla değişik yerlere yayılma eğilimi göstermektedir. Ve 50.000 yıl önce bir kol Avustralya’ya ulaşırken, diğer kol Türkiye’nin güneyine yerleşmiştir. Yine üçüncü insan topluluğu ise Afrika’nın kuzeyinde boy göstermektedir.
Ilıman ilklim, yeni yaşam alanlarının ortaya çıkışı ve çoğalan nüfus. Tüm bunlar dünyanın çeşitli bölgelerine doğru ilerleyen atalarımızın birbiriyle ilişkisini artırıyor, yeni ve modern dilin doğuşuna neden oluyordu. Daha karmaşık ama daha çok anlatım yüklü dil insanların birbiriyle olan ilişkilerinde zorunlu bir gelişmeydi.
Orta doğuya ulaşan insan toplulukları burada durmadı. Sonuçta nüfus artışı sürüyordu, yeni yaşam alanlarına ihtiyaç vardı. Doğuya doğru hareket ettiler İran ve Pakistan üzerinden Hindistan’ın kuzeyine, Himalaya dağlarının eteklerine ulaştılar. Bir kısmı güneye, bir kısmı ise Kuzeye yöneldi. Güneye inenler orada kendilerinden önce gelmiş insanlarla karşılaştılar ve buradaki en büyük yerleşim alanlarını oluşturdular. Kuzeye gidenler ise orta Asya’nı dağlık alanları arasındaki daha verimli topraklara yerleştiler. Bu bölge buzul çağlarını en şiddetli biçimde yaşamıştı ama ılıman iklim sayesinde 40.000 yıl önce göreceli olarak verimli vadiler haline gelmişti (69).
Orta Asya’ya yerleşen ve orada çoğalan insanlar bizler için daha önemlidir. Çünkü gelişen pek çok teknolojinin buradan çıktığına inanılmaktadır. İklimler sıcak ve soğuk dönemler arasında gelip gidiyordu, zorlu yaşam koşulları teknolojik ihtiyaçları artırıyordu. Örneğin mağara yaşamı bu bölgede temel sığınma alanı halini almıştı. Hayatta kalmak için pek çok kültürel gelişmeye imza atmaktan başka çareleri yoktu.  Halbuki Afrika ya da Hindistan ormanlarındaki insanlar için güneş tepelerinde hep parlıyordu. Oysa Orta Asya’da güneş ışığı çok az bulunuyordu. Bu durum siyah derinin ışığı daha iyi alabilecek biçimde renk değiştirmesine neden oldu. Ve doğan çocukların rengi giderek açılmaya başladı. Bir süre sonra tüm topluluklar beyaz insandan oluşuyordu.
Daha önce de belirttiğimiz gibi bundan 500.000 yıl önce Anadolu’da yaşamış bir H. Erektus iskeletinde kemik veremi belirtilerine rastlanmıştır. Bu hastalığın nedeni D vitamini eksikliğidir (42), siyah tenin D vitamini sentezini yeterince yapamamasından doğar. Dolayısıyla beyaz tenin evrimi olmasaydı günümüzde yaşam yalnızca ekvator bölgelerine sıkışıp kalırdı. Beyaz ten sayesinde insanoğlu artık dünyanın her yerine dağılmaya başlayabilirdi.
Orta Asya topluluğu o zamanki besin kaynaklarını izleyerek doğuya ve batıya doğru hareket etmeye başladı. 35.000 yıl öncesine geldiğimize pek çok insan Asya’nın doğusuna doğru ilerliyor, batıya gidenler ise Avrupa’ya ulaşıyordu. O sırada Avrupa Neandertallerin yaşam alanıydı. Ve belki Neandertal kadınları hiç de güzel değildi. Peki ya erkekler?
Avrupa’da ilk kez karşılaşan bu iki temel insan ırkı hemen bir çatışmaya girmiş ve daha üstün olan H. Sapiens rakibini yeryüzünden silmiş olabilir mi? Gerçekte bir zamanlar böyle düşünülüyordu. Ancak, Neandertal kadınlarının H. Sapiens erkeklerini tercih etmemeleri için bir neden de yoktur. Çünkü çekicilik açısıdan daha simetrik ve göze hoş gelen bir yapı sunan H. Sapiens erkekleri vardır. Yine, onca kabalığına ve vahşi görünüşüne karşın, H. Sapiens erkeklerinin bile ilgisini çekebilecek güzellikte Neandertal kadınlarının olmaması için hiçbir neden bulunmamaktadır. Her iki tür arasında 300.000 yıl gibi bir fark olsa da, sonuçta onlar insandır ve birbirleriyle çiftleşebilirler. Ve iklim ılıman koşullar sunduğu sürece, hızlı üreme olanağı yakalayan tür diğerine göre kendisini daha çok tekrarlayacak ve nüfus yoğunluğunu ele geçirecektir.
Bundan 30.000 yıl öncesine geldiğimizde Neandertal tür olarak dünyadan siliniyordu. Elbette başka bir öykü olabilir. Belki de her iki tür hiç karşılaşmamıştır. Çünkü son arkeolojik bulgular iki tür arasında 4000 yıl gibi bir farklılık olduğunu gösteriyor (69). Yani Neandertaller, atalarımız Avrupa’ya geldiklerinde zaten ortadan kalkmıştı. Ve atalarımız bundan 25.000 yıl önce bu günkü İspanya’ya ulaştıklarında batıya doğru gidebilecekleri en uzak noktaya ulaşmış bulunuyorlardı.
Orta Asya’dan doğuya doğru hareket eden toplulukları çok uzun bir yolculuk bekliyordu. Çünkü Asya ile Amerika’yı birbirine bağlayan Bering boğazı 80 kilometre genişliğindeydi ve uygun iklim koşulları olmaksızın geçilmesi mümkün değildi. Bu nedenle atalarımız ancak bundan 20.000 yıl önce Amerika kıtasına ayak basabildiler. Üstelik bunu Bering boğazını kaplayan kalın buz tabakalarına borçluydular. İklim pek de uygun sayılmazdı ama karşıya geçişin başka bir yolu da yoktu. Amerika’ya ayak basanlar için yeni ve uzun bir yolculuk başlıyordu. Oysa bu tarihte batıya giden akrabaları çoktan yerleşik bir düzene geçmiş bulunuyorlardı.

Buzul çağları boyunca daha iyi yaşam koşullarını arayarak güneye doğru hareket eden atalarımız, önce verimli kuzey Amerika ovalarını dolduruyor ardından Güney Amerika’ya geçiyordu. İnsanlığın 60.000 yıl süren yolculuğu bundan yaklaşık 11.000 yıl önce sona eriyor ve H. Sapiens tüm dünyaya yayılıyordu. 10.000 yıl önce Bering boğazındaki kalın buz tabakası eriyecek ve Amerika’ya göç eden atalarımız Kristof Kolomb onları yeniden buluncaya kadar orada kapalı kalacaklardı. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

17.Bölüm - Erkek egemen toplum tarihi

16.Bölüm - Görünmeyen zincir, bekaret

18.Blüm - Tüketim toplumu