12.Bölüm - Avrupa kıyılarında farklı bir yaşam

12. Avrupa kıyılarında farklı yaşam
M.Ö 10.000 yılının yaşam biçimi konusundaki bilgilerimizin bir kısmı Avrupa’da yapılan araştırmalara dayanmaktadır. Bildiğiniz gibi atalarımızın Avrupa’ya gelişleri M.Ö 30.000 yıllarını kapsamaktadır. Orta Asya’dan yola çıkan ilk göçmenler Avrupa’nın kuzeyine geldiklerinde burada Neandertal insanının son temsilcileri kalıyordu. Sonraki 5000 yıl içinde yeni gelenler tüm kıtaya yayılacaktır. Çünkü burası yaşamak için son derece elverişli koşullar sunmaktadır. Günümüzde kuzey denizinde balıkçı tekneleri denizden bol miktarda kara hayvanlarına ilişkin kemikler toplamaktadır. Bunların arasında gergedan hatta mamut iskeletleri de vardır. Yani şimdi deniz olan yerler bir zamanlar kara parçasıdır. Üstelik bulgular yalnızca hayvan kemikleriyle sınırlı değildir. İnsan eliyle yapılmış çeşitli aletler de balıkçı ağlarına takılmaktadır. Hatta bazen doğrudan insan kemikleriyle karşılaşılmaktadır. Yani atalarımız şimdi suyla kaplı alanlarda yaşamışlardır.
Avrupa’nın bu gün deniz altında bulunan kısmının 10.000 yıl önce büyük ormanlar ve akarsularla kaplı bir alan olduğuna ilişkin belirtiler uzun zamandan beri vardır. Örneğin İngiltere’nin bazı kıyılarında gelgitler sırasında büyük ağaç kalıntıları açığa çıkmaktadır. İlk kez İngiliz jeolog Clement Reid (108) bu konuya dikkat çekmiş, denizin altından yükselen bu ağaç köklerinin gerçekte çok uzun zaman önce orada bulunan bir ormanın kalıntısı olabileceğini söylemiştir. Yaptığı jeolojik çalışmalar sonunda 1913 yılında yazdığı kitapta bir zamanlar İngiltere’nin Avrupa’dan ayrı olmadığı, Kuzey Denizinin güney kısmında, günümüzde Dogger Bank olarak bilinen deniz yatağının denizin üzerinde bulunduğunu göstermiştir (109). Ama elde daha somut deliller yoktu. Çünkü bölge deniz altında arkeolojik kazı yapmak için hiç de elverişli değildi. Oysa gelişen teknoloji bize başka deliller sunabilirdi.
Petrol şirketleri 1964 yılında Kuzey Denizinde sondaj çalışmaları için izin aldılar ve yöreyi baştanbaşa taramaya başladılar. Elbette amaç petrol ya da doğal gaz bulmaktı ama kullandıkları sismik teknikler aynı zamanda deniz yatağının jeolojisi hakkında eşsiz bilgiler içeriyordu. Birmingham üniversitesinden Vince Gaffney 2001 yılında petrol şirketlerinden gerçekte milyonlarca dolar değer biçilen sismik tarama dosyalarını istedi. Bu şirketlerden birisi işin olabilirliğinin gösterilmesi amacıyla 6000 kilometre karelik alanın sonuçlarını vermeyi kabul etti (110). Kısa süre sonra bilgisayar ekranlarında bölgede 8000 yıl önce akan ırmakların resimleri görüldü. Üniversite çalışanlarının sismik verileri üç boyutlu bilgisayar görüntüsüne çevirmesiyle Avrupa’nın 10.000 yıl önceki görüntüsü ortaya çıkıyordu. O dönemde deniz düzeyi 100 metre daha düşüktü ve burada yer alan kara parçasına Dogger ülkesi adı verildi. Sık ormanlarla kaplı, sulak bir yerdi ve avcı toplayıcı atalarımızın yaşama alanıydı. Küçük aile gurupları halinde toplanıyorlar, ormanda yaşıyor ve yiyecek peşinde sürekli olarak yer değiştiriyorlardı. Başlangıçta her şey öylesine bol, insan nüfusu öylesine düşüktü ki aileler uzun yıllar boyunca hiç rahatsız edilmeden yaşamlarını sürdürme olanağı buluyorlardı. Gerçekte bu döneme ait çok az bilgi vardır ve ulaştığımız sonuçlar daha çok tahminlere dayanmaktadır.
10.000 yıl önce son buzul çağından çıkış zamanıdır ve dünya ısınmaktadır. Buzullar büyük bir hızla kuzeye doğru çekilirken aynı zamanda erimekte ve deniz seviyesini yükseltmektedir. Bu nedenle denizler Dogger ülkesini yavaşça yutmaya başladı. Dahası, karanın kendisi de yere batıyordu. Binlerce yıldır buzulların ağırlığını taşıyan yer kabuğu bundan kurtulur kurtulmaz yükselmeye başlamış, kuzeydeki yükselme, güneyde alçalmaya neden olmuştu. Gerçi denizin yükselmesi yılda bir santimetreyi geçmiyordu ancak doğada yüzlerce yıl söz konusu olduğunda bu çok büyük bir hızı gösteriyordu.
Her ne kadar kuzey denizinin tabanı arkeolojik kazılar için uygun değilse de burası ile aynı çizgide bulunan Baltık denizinde yapılan kazılar atalarımızın yaşantısı hakkında bize çok önemli bilgiler vermektedir. Üstelik Baltık denizinin tabanını kaplayan çamur tabakası hem oksijen bakımından fakirdir hem de sıcaklık düşüktür. Yani burada gömülü malzemeler yıllar boyu bozunmadan kalabilir. Danimarka’nın doğusunda yapılan kazılarda çok önemli bulgulara rastlanmıştır. Karada olsa asla günümüze kadar gelemeyecek parçaların arasında tahta kürekler, balık kancaları hatta ilk dokuma örnekleri vardır. İşte bu bulgular M.Ö 10.000 yıllarındaki yaşam hakkında arkeologların daha iyi bilgiler elde etmesini sağlamaktadır.
Dogger bölgesinin ortasında yer alan ve bugün “dış gümüş çukuru” adıyla tanınan alan, o dönemde var olan tüm kaynakları bir araya getirmişti. Bu nedenle de avcı toplayıcı atalarımız orada toplandılar. Ancak yükselen deniz bölgede geri dönüşü olmayan değişiklikler yapıyordu. İç bölgeler deniz kıyısı oluyor, tatlı su gölleri tuzlu suyla doluyordu. Doğal olarak tuzlu suya dayanamayan bitki örtüsü hızla yok olmaya başladı. Daha önce akarsu kenarlarında yaşayan atalarımız, kendilerini deniz kıyısında bulacaklardı. Ya daha iç bölgelere göç etmeliydiler ya da denizden yararlanmayı öğrenmeleri gerekiyordu. Kuşkusuz iç bölgelere göçenler olmuştur ama kıyıda kalmayı tercih edenler de vardı. Çünkü denizler, ırmaklara göre daha çok su ürünü barındırıyordu. Böylece balığa dayalı bir beslenme biçimi gelişti. Balık, dünyadaki bütün akarsularda bol bulunan bir hayvandır, avlanması diğer kara hayvanlarında olduğu gibi tehlikeler içermez. Eğer uygun teknikler kullanılırsa en azından belli bir sürede kabilenin tüm et ihtiyacını karşılayabilir. Yalnızca M.Ö. 10.000 yılında yaşayan atalarımız değil, H. Ergaster bile balığa dayalı bir beslenme şekli uygulamış olabilir. Yani, birçok kez yinelediğimiz gibi balık insan türü için bir çeşit temel besin özelliği taşımaktadır. Bu nedenle Dogger alanında yaşayanların büyük ölçüde balık tüketmeleri hiç de sorun yaratmıyor, tersine iyi bir beslenme biçimi olarak görülüyordu. Bu bölgeden çıkarılan insan kemiklerinde yapılan karbon ve azot analizleri, o dönemde ihtiyaç duyulan protein miktarının %60’nın deniz balıklarından elde edildiğini ortaya koymaktadır (111). Belki de o yılların en gelişmiş balık avlama tekniklerine burada yaşayanlar sahipti. Günümüzde çok iyi bildiğimiz bazı balık tuzaklarının tarihi bu dönemlere kadar uzanmaktadır.
Avcı toplayıcı kabilelerin karasal avlar yerine deniz balıkçılığına yönelmeleri bir çeşit balıkçı toplayıcı toplum yaratmış olabilir. Üstelik bunların sayısı hiç de az değildir, dahası dünyanın birçok yerinde yaşayan balıkçı toplayıcı kabilelerden bazıları 17. Yüzyıla kadar varlıklarını sürdürmeyi başarmışlardır. Kanada’nın pasifik kıyılardaki Hayda Gvai bölgesi Dogger alanındaki yaşama benzer bir iklim sunmaktadır. Buradaki avcı toplayıcı topluluklar çok uzun süre denize bağlı bir yaşam sürmüşlerdir. 18. Yüzyılda ilk kez bölgeye gelen beyazlar çok zengin bir yaşamla karşılaşmışlardır. Dolayısıyla Avrupalı avcı toplayıcı kabileler de benzer bir düzen oluşturmuş olabilirler. Hatta benzerlik dünyanın başka bir yerindeki balıkçı toplayıcı topluluklarda da görülebilir.
Denize bağlı yaşam sayesinde hiçbir zaman açlık çekmemiş topluluklar, tarihin o dönemine uygun teknolojiyi geliştirerek kendileri için rahat denebilecek bir yaşam biçimi geliştirmiş olabilirler. Hatta denizin sonsuz sayılabilecek olanakları sayesinde, tarım topluluklarından çok önce yerleşik bir düzene geçmiş bile olabilirlerdi.
Balıklar temelde harika besinlerdir. Doğal olarak yağ asitleri, proteinler ve en önemlisi D vitamini içerirler. Bu ise güneşi az alan bölgelerde yaşamsaldır. Dolayısıyla kuzey insanlarının balıkçı toplayıcı topluluklar haline gelmeleri her şeyden önce sağlıklı insanlar olmaları için gereklidir. Denizden elde edilen hayvansal gıdalar, karadan elde edilenlerle zenginleştiriliyor, bunlara ayrıca günlük bitkisel kaynaklar da ekleniyordu. Ortaya çıkan sonuç tam bir beslenme dengesidir. Üstelik günümüz diliyle konuşursak, tümüyle organiktir, tüm kaynaklar neredeyse sonsuz denebilecek kadar boldur.
Peki ya taş kulübeler? Dünyanın diğer bölgelerinden insanların bazıları mağaralarda yaşamakta, bazıları ise kayaları üst üste koyarak kendisine bir yer inşa etmektedir. Bu teknoloji gelişecek ve ilerde büyük yapılar ortaya çıkacaktır. Dogger alanında yaşayanlar için taş bulmak ciddi sorundur. Buna karşın orman ağaç ürünleri açısından zengindir. Zaten atalarımız ev yapımında tek tip malzemeye bağlı kalmamışlar, içine girebilecekleri ve korunabilecekleri her yeri barınak olarak kullanılmıştır. Dolayısıyla deniz kenarlarında yerleşik düzene geçen balıkçı toplayıcı kabileler, ağaçtan kulübeler inşa etmekte gecikmeyeceklerdir. Zaten kaliteli bir baltanız varsa, ağaç işçiliği pek de zor olmayan bir işlemdir.

Yaşlı adam büyük ağaçtan ufak yongalar yontuyor, arada bir başını iyice eğip düzgünlüğüne bakıyordu. Yanında üç tane çocuk büyülenmiş gibi onu izliyorlardı. Siyah taştan yapılmış baltanın keskinliğine hayran kalmışlardı. Bir tanesi dayanamadı, eliyle işaret ederek;
                “Baba sen yapmak balta bana ama böyle?” diye sordu.
Yaşlı adam çocuğa döndü,
                “Sen beğenmek balta çok”
                “Evet, ben istemek böyle”
                “O zaman sizler oturmak buraya, dinlemek beni sessiz”
Çocuklar hemen yaklaşıp adamın çevresine dizildiler, neredeyse kucağına oturacaklardı. Büyük baba yavaşça anlatmaya başladı.
                “Bu taş burada tek. Başka yok. Çünkü benim büyük büyük atam gitmek güneşe doğru. Yürümek hep yürümek. Işıklar parlamak gökyüzü, sular dökülmek. Duymak korkunç gürültüler ama o hep yürümek. Geçmek büyük nehirler. Sonra görmek uzakta duman. Gitmek dumana doğru, ulaşmak yanan dağ. Her taraf ateş. Büyük atam bulmak bu taş orada, yapmak balta. Sonra dönmek köy. Herkes beğenmek taş balta çok. Öyle keskin, ağaçları kesmek kolay. Bu sayede yapmak kulübe ve kayık kolay. Büyük anne sormak daha çok taş. Büyük atam anlatmak yerini. Beş avcı gitmek güneşe doğru. Ama dönmemek hiç biri. Sonra gitmek başkaları güneşe doğru ama onlar dönmemek. Büyük anne kızmak ve söylemek uğursuz taş. Kovmak büyük büyük ata.”
Çocuklar büyülenmiş gibi yaşlı adamın anlattıklarını dinliyorlardı. Tek bir taş baltanın böyle sonuç vermesine inanamamışlardı. Büyük baba devam etti;
                “Bizim büyük büyük ata çağırmak kadın. Kadın gelmek üç kız kardeş ve hepsi kurmak yeni köy. Sonra başka erkekler, kadınlar gelmek, doğmak yeni bebekler, büyümek köy. Ama bu balta kalmak tek. Kimse gitmemek aramak yeni taş. Sonra bir gün insanlar bulmak gri taş deniz içi. Yapmak balta, iyi olmamak siyah taş kadar ama kolay kesmek. Bu köy daha büyük eski köy. Çünkü sahip daha iyi taş balta. Siyah balta değil uğursuz.”
Çocuklar sevinçle ellerini çırptılar, hep birlikte bağırdılar;
                “Siyah balta değil uğursuz”

Deniz kenarlarında yerleşik düzene geçen avcı toplayıcı kabilelerde, beslenme normalleşince, ardından nüfus artışı ve barınma sorunu gelmelidir. Çünkü gerçekleşen yaşam biçimi daha az risk taşımakta, yaşam süresi göreceli olarak artmaktadır. Bunun, nüfusu önceleri yavaş ama sonraları hızla artırdığını biliyoruz. Dolayısıyla M.Ö. 10.000 yılında deniz kenarlarında yaşayan atalarımızın kadınları çocukları için daha iyi bir dünya hayal edebilirlerdi. Yapısı gereği zaten anaerkil olan avcı-toplayıcı topluluklar yerleşik düzende de büyük annelerine saygı göstermeyi sürdürmüş olmalıydılar.
Artan nüfus çeşitli yetenekte insanlar anlamına da gelir. Böylece yerleşik düzene geçen kabileler, balıkçılık, avcılık ve toplayıcılık için farklı gurupları görevlendirme şansı bulur ve bunun sonucu beslenme düzeyi artar. İnsanların değişik alanlarda uzmanlaşması günlük yaşamı kolaylaştırır, yaşam kalitesini yükseltir.
Herkes topladığı yiyecekleri getiriyor, birlikte güzel yemekler hazırlayıp ateşin çevresine oturuyorlardı. Yavaşça karınlarını doyururken diğer yandan da sohbet ediyorlardı. Büyük anne ile birlikte diğer erişkin kadınlar pişen yiyecekleri dikkatle kabile üyelerine dağıtıyordu.  Çocuklar öncelikliydi ama daha sonraki sıra karışık olabilirdi. Anneler şefkatle çocuklarını besliyordu. Yaş farkı gözetiyorlar mı, bunu bilme şansımız ne yazık ki yok. Ancak günümüz annelerinin davranışlarına bakarak ellerinden geldiğince eşit davrandıklarını söyleyebiliriz. İlk şarkılar, ilk pantomim gösterileri hatta tiyatro denemeleri bu dönemde yapılmış olabilir.  Birçoğumuzun vazgeçemediği sıcak yaz gecelerinde geç vakitlere kadar sohbetler atalarımızdan kalmış alışkanlıklardır. Sosyal yaşam büyük bir hızla gelişiyordu. Komşu kabilelerle ilişkiler, evlilik törenleri ve daha karmaşık bir yönetimle kadınlar, anaerkil yaşam biçiminin en parlak örneklerini veriyorlardı. Dogger alanının kıyı şeridinde kim bilir hangi aşk öykülere yaşanmıştır?
Aslında M.Ö 10.000 yılında yerleşik bir düzene geçmek oldukça erken sayılabilir. Çünkü dünyanın birçok yerinde insanlar henüz mağaraları tamir etmekle meşguldür. Hayvancılık yeni bulunmuştur ama hızla yayılmaktadır. Buna karşın balıkçı toplayıcı toplulukların yerleşik düzenleri bize ileride olacaklar hakkında bilgi vermektedir.
Avrupalı arkeologlar o dönemin deniz kıyılarını araştırdıklarında devasa çöp yığınlarıyla karşılaştılar. Yerleşik düzen kendi çöplüklerini de yaratıyordu. Buralarda yapılan çalışmalar bizlere o dönemde yaşayan insanların şaşırtacak şekilde sosyal olduklarını gösterdi. Üstelik bulgular tüm kuzey Avrupa’ya yayılmıştı. Hatta Fransız batı sahillerinde Hoedic adasında kuzey Avrupa’dakilere çok benzeyen çöp yığınları bulundu. İnsanlar böyle bir adada deniz yaşamına ayak uydurmuşlar, ellerindeki her şeyden yararlanma yoluna gitmişlerdi. İstiridyelerin içlerini yedikten sonra kabuklarını alet olarak kullanıyorlardı. Hoedic adası yaşayanları o dönemde ölüleri için törenler yapacak ve onları bilinçli olarak belli yerlere gömecek kadar ileri bir uygarlık düzeyine ulaşmışlardı (112).
Ölüleri gömmek belli toplumsal düzeyi göstermektedir. Eğer birbirinden farklı noktalarda aynı ölü gömme biçimine rastlıyorsanız bu toplumlar arasında kuvvetli bağlar olduğunu söyleyebilirsiniz. Ama başka bir anlama da gelebilir. Benzer kültürü paylaşan iki topluluk, başlangıçta birlikte yaşayan ama daha sonra bazı ailelerin yeni yerleşim alanına taşınmasıyla ortaya çıkmış olabilir. Böylece toplum bir süre sonra farklı iki topluluk haline gelir. Her ikisinin de belli yaşam bölgeleri vardır. Aralarında dostça ilişkiler kurabilirler, aynı dili konuşurlar ama yeterli zaman geçince aralarındaki farklar giderek artmaya başlar hatta tümüyle yabancılaşabilirler. Bu her toplumun ayrı bir kimliği olması demektir.
Kimlik duygusu, avcı toplayıcı ailelerde daha zayıftır. Eğer belli bir bölgeye yerleşmiş, yerinizi hiç değiştirmeden sürekli olarak orada yaşamaya başlamış iseniz kendinizi diğerlerinden farklı görmeye başlarsınız. Bölgeye daha önce hiç olmadığı kadar sıkı bağlanır, oradaki tüm bireylerin aynı kimlik içinde olduklarına inanırsınız. Ama bu bakış açısıyla başka insanlar da yabancıdır. 
Arkeologlar Avrupa’nın çeşitli yerlerinde mezarlıklar buldular. Ama bunlar düzenli ve belli bir mezar alanı değildi, tersine bölgenin üzerine dağılmışlardı. Bu durum, ölülerin yaşam alanının kenarlarına bırakılmasıyla diğer kabilelere mesaj gönderildiği biçimde açıklanmaktadır (114). Ölüler çok etkili sınır işareti gibi kullanılmaktadır. İnsanlar ölülerini yüksek platformlara yatırmakta ve sonra cesetleri orada bırakıp gitmektedir. Bölgeye giren yabancının ilk karşılaşacağı şey işte açıkta öylece yatırılmış ölüler olacak, bir çeşit yasak alan meydana gelecektir.
Her kabilenin kendi yaşam alanına sahip olması, artan nüfusla karşılaştığınızda ciddi bir sorun olarak karşınıza çıkmaktadır. Üstelik yerleşik düzen, göçebeliğe göre daha kaliteli ömür sunmakta, buna bağlı olarak nüfus artmaktadır. Ama nereye kadar? Er veya geç, bazı topluluklar bulundukları yere sığmayacak, genişlemek ya da yeni aileler oluşturmak isteyecektir. Verimli alanların tümü başkaları tarafından sınırlandırılmışsa çatışma kaçınılmazdır. Yalnızca nüfus artışı değil, kötü geçen bir yıl, doğal afetler, çevrenin ani değişimi gibi nedenlerle belli bölgelerde yaşayan insanlar yeni yerler arayabilirler. Göçebelikte başkalarının alanına girseniz bile, yolunuzu değiştirip daha ilerdeki yerlere yönelebilirsiniz. Yerleşik düzende ise alışık olduğunuz, bildiğiniz yaşam biçimine uygun alanlar ararsınız. Ve gidebileceğiniz çok fazla yer de yoktur, böylece çatışma kavramı ortaya çıkar. Tersine, eğer değerli yerlere sahipseniz orayı savunmanız gerekebilir.
Fransa’nın Atlantik kıyılarındaki Teviec adasında bulunan mezarlardan birisinden çıkarılan kemiklerden bir tanesi çok ilginçtir. Çünkü omur kemiğine saplı ok ucu şeklini korumayı başarmıştır. Arkeologlar, okun önden atıldığını, tüm iç organları delip geçtikten sonra omuriliğe saplandığını düşünmektedirler (115). Meydana gelen iç kanama kurbanı kısa sürede öldürmüştür. Bulunan kemik parçasından edinilen bilgi şudur. Korunması gereken yaşam alanı kimi zaman ölümlere neden olabilmektedir. Ölümlere yol açan yara izleri yalnızca kemiğe saplı ok uçlarıyla sınırlı da değildir. Ondan çok daha fazla sayıda kafatasında kırık ve delik izleri vardır. O dönemde yakın dövüş, taş baltaların kullanıldığı, daha çok karşısındakinin kafatasının hedeflendiği boğuşmalar şeklinde gerçekleşiyordu. Henüz maden bilinmediği ve insanlar kafalarını koruyacak zırhlı başlık yapamadıkları için, en yaşamsal organ hedef alınıyordu. Kafataslarındaki izler incelendiğinde, her boğuşmanın mutlaka ölümle bitmediği de görülmektedir. Zamanla iyileşmiş yara izleri, çarpışma anında yaralanan ve yere düşen insanın daha sonra iyileşebildiğini de anlatmaktadır. Avrupa’da bulunan erkek iskeletlerinin yarısından fazlası çeşitli kafatası izleri taşımaktadır. Yani balık avlama alanları gerçekte hiç de ucuz bölgeler değildir. Anders Fishers’in söylemine göre buradaki adamların yarısı, diğerleriyle girdiği mücadelelerde yaralanmıştır (116). Bu ifade o dönemde erkek nüfusunun kadın nüfusundan daha az olabileceğini de göstermektedir. Dolayısıyla o zamanki kadınlar açısından tam istedikleri gibi kaliteli erkekle karşılaşma olasılığı giderek zorlaşmaktadır. Çözüm, dışarıdan eş alımıdır. Böylece daha çok göçmen erkek, yerleşik düzendeki kadınların yanında kendisine yer bulacaktır. Erkek ve kadının bir araya gelmesi ama aynı evde oturmalarını öngörmeyen bu evlilik sistemine Morgan Sindiasmiyan aile tipi adını vermiştir (117) ve ilerde karşımıza tek eşlilik olarak çıkacaktır.
Bundan 8500 yıl önce Kuzey Amerika’da çok büyük bir göl vardı. Agassiz adındaki 440.000 kilometre karelik bu devasa tatlı su deposu (118), önündeki buzul tabakasını kırarak Atlantik okyanusuna doğru akmaya başladı. Bunun etkisiyle Dogger alanında sular on yıl içinde bir metre yükseldi. Yani yılda on santimetre gibi inanılması zor bir hızla sular her yerde içerlere doğru harekete başladı. İnsanlar yaşadıkları toprakların su altına kaldıklarını gördüler. Tepeler adalara dönüşürken, sahil kenarında kurulan kulübeleri sular doldurdu. Artık orada kalamazlardı, göçebe yaşama geri dönmek zorundaydılar. Alışık oldukları yerleşik düzeni oluşturabilecekleri yeni yerler arayarak deniz kenarından daha gerilere doğru harekete geçtiler. Bazıları buradaki son ada parçacıklarında kalmayı da seçmiş olabilir ama gerçekte büyük çoğunluk için seçenekler fazla değildi.

Agassiz gölünün Atlantik okyanusuna karışmasından tam 300 yıl sonra ise Norveç açıklarında büyük bir deprem olur. Bu, deniz altında o ana kadar gerçekleşmiş en büyük çöküntüdür. Ortaya çıkan tsunami Dogger alanının son kalıntılarını da yeryüzünden siler. Britanya Avrupa’dan ayrılır ve kuzey denizi günümüzdeki sınırlarına ulaşır. Bölgede yerleşik düzene geçen balıkçı toplayıcı ailelerin bir kısmı İngiltere’de kalır ve dış dünya ile ilişkileri kesilir. İnsanların bazıları kuzeyde kendilerine yeni yerleşim alanları oluştururken diğerleri Fransa’nın Atlantik kıyılarına yönelir. Gerçekte buraları daha önce başka aileler tarafından işgal edilmiş olabilir. Bu nedenle yaşam kavgasının nasıl bir vahşete dönüştüğünü ancak tahmin edebiliriz. Ama M.Ö 8.000 yılları bölge için pek de mutluluk vaat etmemektedir. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

17.Bölüm - Erkek egemen toplum tarihi

16.Bölüm - Görünmeyen zincir, bekaret

18.Blüm - Tüketim toplumu