22.Bölüm - Nüfus Artışı
22.Nüfus Artışı
Dünya nüfusu 1802 yılında bir milyarı, 1961 yılında üç milyarı ve 1999
yılında da 6 milyarı aşmıştır. Şubat 2010 tarihinde 7 milyara yaklaştığımız
belirtilmiştir. Birleşmiş milletlerin tahminlerine göre 2013 yılında 7 milyarı,
2025 yılında 8 milyarı ve 2040 yılında da 9 milyarı aşmış olması beklenmektedir
(198). Ancak burada şurası çok önemlidir. Nüfusumuz 1802 yılında bir milyarı
aşmış, 1927 yılında iki milyar olmuştur. Aradan geçen süre tas tamam 125
yıldır. İki milyardan dört milyara çıkışı ise 1971 yılındadır ve aradaki fark
yalnızca 44 yıldır. Üç milyardan altı milyara çıkış için ise 38 yıl yeterli
olmuştur. Bu hesaplamaya göre 1999 yılında 6 milyar olan nüfusun 2037 yılında
12 milyara çıkması beklenirdi. Yani birleşmiş milletler tahminleri oldukça
iyimser bir yaklaşım sergilemektedir.
Tek başına nüfus artışı üstesinden kolayca gelebileceğimiz bir sorun
olabilirdi. Ama işin içine ekonomik krizler ve küresel ısınma girince durum
değişmektedir. Dahası, bazı ülkeler nüfusu bir güç aracı olarak görme
eğilimindedir. Örneğin Avrupa’da 2050 yılında Müslüman ve Hıristiyan
toplumların eşitleneceği söylenmekte, günümüzde kentlerin varoşlarında oturan
fakir aileler, geleceğin güçlü toplumları için çocuk yapmaya teşvik
edilmektedir. Oysa zengin mahallelerde aileler çoğunlukla bir çocukla
yetinmekte bu ise o bölgede nüfusun azalmasına neden olmaktadır.
Gerçekte nüfus artışını sınırlayan şey kadının özgürlüğüdür. Son
yıllarda geliştirilen teknikler sayesinde kadın, doğurgan olmayan ilişkilere
girme özgürlüğüne kavuşmuştur. İşte bu yöntemleri uygulayanlar daha çok zengin
ve orta sınıf mahallelerde oturan kadınlardır. Avrupa’da Afrika ile Asya’dan
göç etmiş ve ekonomik olarak belli bir düzeyin altında kalmış ailelerde kadın,
dünyanın en gelişmiş teknolojisi hemen yanı başında iken, erkek egemen
toplumların tipik görüntüsüyle durmaksızın çocuk doğurmaktadır. Türkiye’de
durum farklı değildir. İstanbul’da daha fakir yörelerden göç eden aileler,
kocaman gökdelenlerin arasındaki gecekondularda ortalama dört ya da beş çocukla
yaşam savaşı vermekte buna karşın zengin malikhanelerde tek ya da en fazla iki
bebek dünyaya gelmektedir.
Dünyamız 2010 yılında yedi milyara yakın insan barındırmaktadır.
Sosyal ve çevre sorunlarına bakılırsa bu nüfus bile yeterince fazladır. 1999
yılında doğan bebek, 2037 yılında, yani genç bir erişkin haline geldiğinde
kendisini iki misli kalabalığın içinde bulacak, onun yaşamı, bu günkü
sorunlarla karşılaştırdığımızda, çok daha fazla zorluklarla dolu olacaktır. Ev
sayısını ikiye katlamalıyız. İki kat daha çok yiyecek üretmeli, iki kat daha
fazla temiz su elde etmeliyiz. Kullanılan elektrik, çocukların gideceği
okullar, hastaneler, belediye otobüsleri, taksiler ve daha pek çok şey iki kat
artmak durumundadır. Yani şimdi pencerenizden gördüğünüz manzara kırk yıl sonra
tamamen değişecektir.
Amerika Birleşik Devletlerinin altı yüz milyon, Avrupa’nın beş yüz
milyon olduğunu düşününün. Türkiye yüz milyonu aşarsa, yeni evler yapmak için
tarım topraklarımızın bir bölümünü feda etmek zorunda kalırız. Ama bu bile
yetmeyebilir. Gökyüzüne doğru yükselmek, süper gökdelenler ya da gökdelen
kentler inşa etmek çok değerli arazileri korumanın bir diğer yolu olabilir.
Günümüzde bu tür yapılarla ilgili pek çok belgesel özel kanallarda
gösterilmekte, deniz üzerine kurulacak yüzer kentlerden bile söz edilmektedir.
Birçok kişi çocukluğundaki önü bahçeli iki katlı binaları özlemle anmaktadır
ama artık o günler çok gerilerde kalmıştır. 2000’li yıllarda başlayan ve adına
“rezidans” denilen, kendi kendine yeterli gökdelenler, yeni teknolojilerle
devasa kentlere dönüşebilir. Yüz, yüzeli hatta iki yüz katlı bu yapılar toprağa
öylesine büyük bir güçle bastırır ki, sert kayalık zeminlerden başka yerlerde
yükselmeleri olanaksızdır (199).
Barınma, biraz sıkışık yaşamaya alışarak çözümlenebilir. Oysa 2000
yılına göre iki kat daha çok besin üretilmesi gerekmektedir ve bu hiç de kolay
değildir. Jamais Cascio’nun araştırmasını anımsayın (195). Her Amerikalının
haftada üç tane çizburger yediğini varsaymıştı. 2037 yılında ABD vatandaşları
iki kat daha fazla çizburger talep edeceklerdir. Bu ise büyük baş hayvan
çiftliklerinden başlayarak, tüm sistemin ikiye katlanması demektir. Peki o
kadar toprak nerede? Günümüzde ormanlık ya da bozuk orman olarak adlandırılan
pek çok bölge tarıma açılmak zorundadır.
Bazı ziraatçılar gözünü çöllere dikecektir. Hiçbir işe yaramayan bu
topraklar tarıma açılabilir mi? İsrail çöl koşullarında tarım konusunda önemli
deneyimler kazanmıştır ve bu onu dünyanın en büyük çöl üreticisi haline
getirebilir. Büyük sahra devasa bir buğday, soya ya da mısır ambarı
olabilir. Kimyacılar, aşırı güneşin
etkisini en aza indiren özel yansıtıcı yağlar üretebilir ve bitkiler bununla
korunur. Gelişmiş bilgisayarlarla yönetilen teknoloji harikası damla sulama
sistemleri çok az su kullanarak büyük alanların sulanmasını sağlayabilir.
Günümüzde tüm dünyanın tahıl stokları insanları dört ay boyunca
beslemeye yetecek düzeydedir (199). Gelecekte aynı oranı tutturmak pek de kolay
olmayacaktır. Belki iki aylık stokla yetinmek zorunda kalabiliriz. Bu ise acil
durumlarda açlık anlamına gelebilir, bir bölgeyi vuran doğal felaket milyonlarca
insanın hayatına mal olabilir. Üstelik sorun yalnızca tahıl da değildir.
Hayvansal gıdalar ve sebzelerde de aynı durum söz konusudur. Stokların
düşüklüğü piyasaya yüksek fiyat olarak yansıyacaktır.
Acaba denizler geleceğin kalabalık toplumlarını doyurmak için bir
fırsat yaratabilir mi? Daha gelişmiş teknolojilerle, daha derin sularda
yapılacak balıkçılık ilk anda belli bir rahatlama sağlayabilir ancak balıkların
yetişme süresi ile insanların doyma süresi arasında doğrudan ilişki yoktur. Bu
nedenle gelişmiş teknolojilerle yapılacak balıkçılık bir süre sonra denizlerin
boşalmasıyla sonuçlanabilir ve zaten buna ilişkin ilk işaretler hatıralarda
kalan pek çok balık türü ile görülmektedir. Sahilde kurulacak balık
çiftliklerinin sayısını artırmak yine belli bir dönemde işe yararken, deniz
tabanında ortaya çıkardığı kirlilik nedeniyle onun da geleceği çok parlak
olmayacaktır.
Olay yalnızca tarımsal üretimle ilgili de değildir. Tüm nüfusu
doyuracak tarımsal üretimi sağlasak bile bunun halka ulaştırılması için mevcut
yol ağını ve araçları ikiye katlamak gerekmektedir. Yalnızca taşımacılığın iki
kat artması, karşımıza devasa yol bakım ve onarım masraflarını çıkaracaktır.
Ancak insanoğlunun bir şansı vardır. Gerek küresel ısınma, gerekse
nüfus artışı, bireyin yaşam süresi ile sınırlıdır. Yani nüfus bir sabah
kalktığınızda iki kat artmış olmayacaktır. Her şey yavaşça, adeta sindirerek
gelişmektedir. Bu nedenle ilk anda çok büyük gibi görünen kimi rakamlar zamana
yayıldığında kabul edilebilir düzeylere inebilir. Böylece günümüzün bebekleri,
geleceğin yetişkinleri, ürettikleri değerlerin bir kısmını artan nüfusu
beslemek amacıyla yenileme, geliştirme ve araştırma harcamalarında
kullanabilirler.
Toplumun kendisini yeni koşullara göre yenilemesi ve artan nüfusa
uygun yapılar geliştirmesi en azından nüfus artış hızında olmalıdır. Yoksa
gittikçe artan talep karşısında arzın yetersizliği gibi bir durum ortaya çıkar.
Bunun artan fiyatlar ve kimi yerlerde kaos olduğunu biliyoruz. Örneğin
geleceğin yöneticileri konut yapımının yeterince hızlı olmasını sağlamak
zorundadır. Yoksa insanlar barınaksız kalır ve kendi çözümlerini üretmeye
başlar. Giderek çadır kentler doğabilir, ulusal parklar yaşam alanlarına
dönebilir. Üstelik sağlıksız koşullardaki yerleşim yerlerinin ulusal çapta salgınlara
yol açabileceğini biliyoruz.
Hızla büyüyen kentleri yönetmek ayrı bir sorundur. Konut yapımında çok
hızlı yöntemler geliştirir, bunların yardımıyla insanları çadır kentler
kurmaktan kurtarabiliriz ancak bu devasa yapıyı tek bir elden yürütme şansımız
pek yoktur. Yalnızca metroların bile iki kat daha kalabalık olacağını
unutmayın. Böylece yeni bir yönetim biçimi doğacaktır. Günümüzün apartman
yöneticileri, geleceğin süper gökdelenlerinin başkanlarına dönüşebilirler. Her
katında elli dairesi olan iki yüz katlı bir süper gökdelen toplamda elli bin
kişiyi barındırabilir. Bu rakam zaten orta ölçekli belediye anlamına
gelmektedir. Ama burada da bir sorun vardır.
Çok büyük sayıda insanı daracık alanlara yerleştirirseniz olası doğal
felaketlerde kayıplar daha önce hiç karşılaşmadığınız ölçekte artar. Günümüzde
çöken sekiz katlı 22 daireli bir apartman yüz dolayında insanın hayatını
tehlikeye atmaktadır. Ama yüz katlı süper gökdelenin bir şekilde göçmesi, yirmi
ya da otuz bin kişinin saniyeler içinde hayatını kaybetmesi demektir. Bu
nedenle nüfus artışına karşı oluşturacağımız süper gökdelenler aynı zamanda
süper sağlam olmak zorundadır. Sürekli olarak depremlerle uğraşan Japon
mühendisler bu konuda çok önemli deneyimler kazanmışlardır ve gelecekte deneyimlerin
önemi artacaktır.
Aslında yaşam biçimimizi biraz değiştirerek konut sorunumuzu daha
kolay çözebiliriz. İnsanların çoğu yaşadıkları evin odalarını farklı zaman
dilimlerinde kullanırlar. Normal yaşamda günümüzün çoğu oturma odasında
geçmektedir. Burayı aynı zamanda yatak odası olarak da düzenleyebilir, hatta
bir köşesinde yemeklerimizi de yapabiliriz. Böylece tek bir oda görünümünde,
mutfağı ve banyosu olan yeni bir yapı elde ederiz. Şimdi birim alanda daha çok
insan yaşayabilir ve yüz katlı süper gökdelen yüz hatta iki yüz bin kişinin
barınma ihtiyacını karşılayabilir.
Büyük kentler beş, on hatta yirmi milyon kişiye su sağlamaktadır.
Kentte yaşamanın en büyük avantajlarından bir tanesi de çeşmeyi açtığımızda
akan temiz sudur. Ancak günümüz kentlerinde susuzluğun giderek arttığını
bilmeyen yoktur. Geleceğin otuz, kırk milyon kişilik kalabalık yerleşim
alanlarında ise susuzluk temel sorunların başında gelecektir. Çünkü ne yaparsak
yapalım, günümüze göre iki kat daha fazla su üretmemiz mümkün değildir. Sonuçta
suyu yeni tarım alanları açarak artırmak gibi bir şansımız yoktur.
Yapabileceğimiz şey, henüz kullanılmayan temiz su kaynaklarını işlemek ve suyu
kente getirmekten ibarettir. Örneğin geçen yıllarda Ankara’nın su ihtiyacının,
olumsuz içilebilirlik raporlarına karşın, Kızılırmak nehrinden karşılanması
böyle bir uygulamadır.
Nüfus arttıkça belediyeler yeni su kaynaklarını devreye sokarlar.
Ama gün gelir çevrede yeni kaynak
kalmayabilir. Bu durumda su kesintileri kaçınılmaz olacaktır. Her ne kadar Türk
insanı kesintilere alışık ise de Amerikan ve Avrupa vatandaşları için aynı şey
söylenemez. Su önceleri haftada bir kesilir, sonra pazartesi ve Cuma günleri
kesilmeye başlar, bir süre sonra buna Çarşamba günleri eklenir. İnsanlar tedbir
olarak evlerine ek su depoları yaptırırlar, bir süre için musluklardan temiz su
akmaya devam eder. Ama temiz suda sorun depolama değil, kaynaktır. Azalan
kaynaklar nedeniyle kente ancak hafta bir su verilebildiğinde, depoların
yeterince dolmadığı anlaşılır. Bu sırada kimyacılar devreye girer, bulaşık
sularını yeniden kullanabilecekleri yeni arıtma sistemleri geliştirirler. Hatta
iki litre su ile duş alabileceğiniz teknolojik duş kabinleri yaratılır. Her ev
kendi suyunu arıtabileceği ve yeniden kullanabileceği sistemlere kavuşur.
Kapitalizm buna benzer yollarla varlığını bir süre daha sürdürmeyi deneyebilir.
İçme suyu denildiğinde gözden kaçan şey, kullanılan her damla temiz
suyun aynı zamanda kanalizasyonun yeni yükü haline geldiğidir. Eğer bir kentte
kullanılan su miktarını iki kat artırırsanız, yalnızca temiz suyu kente taşıyan
şebekeyi değil aynı zamanda kanalizasyon ve arıtma kapasitelerini de iki kat
artırmanız gerekir. Tüm bu işler elbette olanaksız değildir ve teknik alt yapı
zamana bağlı olarak çözümlenebilir. Ancak bir önceki bölümde gördüğümüz gibi
küresel ısınmanın en önemli göstergesi temiz içme sularının hızla yok
olmasıdır. Dolayısıyla susuzluk gelecekte her zaman gündemdeki yerini
koruyacaktır. Temiz suyun yitirilmesi çok ciddi salgın hastalıklar anlamına
gelir. Isınan hava tropik bazı zararlıları ılıman kuşağa taşıyacaktır.
Susuzluk, salgın hastalıklı ortamlar, zararlı böceklerin de istilasına zemin
hazırlar, daha önce hiç görülmemiş hastalıklar ortaya çıkabilir, tamamen
kökünün kazındığını düşündüğümüz tifo ve kolera gibi hastalıklar yeniden
canlanabilir.
Tüm bu olumsuzluklar sonucunda insanlar şunu anlayacaktır. Su yaşamın
en önemli maddelerinden birisidir ve 20. Yüz yılda olduğu gibi savurgan
amaçlarla kullanılamaz. Geleceğin insanları çok az suyla idare etmeyi öğreneceklerdir.
Günde bir ton suyun harcandığı, yemyeşil çimenlerin altı saat sulandığı, sonuna
kadar açık duşların altında keyif yapıldığı günler artık çok gerilerde
kalmıştır.
Beslenmemiz için gerekli ürünlerin üretildiği tarım alanları susuz
hiçbir işe yaramazlar. Besi çiftliklerinde büyük baş hayvanlar her gün
kilolarca su içmek zorundadır. Dolayısıyla teknoloji insanlar kadar tarım ve
hayvancılık alanları içinde su kaynakları yaratmalıdır. Oysa büyük nehirlerin
suları çoktan kent insanlarının kullanımına sunulmuş olacaktır. Çözüm olarak
çok fazla su istemeyen tarım ürünleri yetiştirebiliriz. Genlerini
değiştirdiğimiz yeni mısır ya da buğday, süper damla sulama sistemlerinde
birkaç litre su kullanarak kilolarca ürün verebilirler. Özel hazırlanmış odalarda
kapalı yaşayan inekler, genleriyle oynanarak daha az suyla yetinecek biçime
dönüştürülebilir. Tüm bu yenilikler sayesinde en azından belli bir dönem için
susuzluk sorununun üstesinden, gelebiliriz.
Ama teknolojinin bu kadar yaygın kullanılması başta elektrik olmak
üzere enerji ihtiyacımızı daha önce hiç görülmemiş biçimde artıracaktır. Uzun
süredir vazgeçtiğimiz nükleer santrallara geri dönmekten başka şansımız
olmayabilir. Türkiye gibi dağlık ve barajlardan elektrik elde etme olanakları
çok gelişmiş ülkelerde bile, nehirler kuraklık nedeniyle kurumuş olacağından
nükleer teknolojiden başka seçenek kalmaz. Elbette kömür santralları
nükleerlere göre çok daha hızlı çözüm yaratır. Geçici bir dönem için de olsa
onlardan yararlanmayı sürdürebiliriz. Buna karşın elektrik kullanımında ciddi
tasarruf tedbirleri uygulayarak enerjiyi daha gerekli alanlara kaydırabiliriz.
Artık parlak ışıklı reklamlara veda zamanı çoktan gelmiştir. Hatta sokak
aydınlatmalarından bile vazgeçebiliriz.
Çocuklarımız 21. Yüz yıl teknolojisinin de yardımıyla küresel ısınma
etkilerinin giderek kendisini daha çok hissettirdiği yıllarda beslenme ve
susuzluk sorununu aşabilirler. Ancak ekonomik krizin nerelere varacağını
kestirmek hiç kolay değildir. Kriz, kapitalizmin ahlakla ilgili yönünde önemli
zayıflıklar olduğunu göstermiştir. Prof. Dr. Bilsay Kuruç ve gazeteci Işık
Kansu daha 2009 yılında kapitalizmin ahlaki çöküntüsüne dikkat çekmişlerdi
(179). Kapitalizmin kendisini yenileyeceğine, ahlaki sorunlarını çözeceğine
inanmak için hiçbir nedenimiz yoktur. Tersine, krizin çıktığı 2008 yılından
beri yapılanlar gerçekte kapitalistlerin ders çıkarmak gibi bir niyetlerinin
olmadığını açıkça göstermektedir. Başkan Obama başkanlık koltuğuna oturur
oturmaz 900 milyar dolarlık bir paketi yürürlüğe koymuş (200) ama bu kadar para
sanki dipsiz bir kuyuya atılmışçasına anında ortadan kaybolmuştur. Sonra yeni
paketler daha küçük boyutta ama sürekli olarak gündeme gelecektir (201). Finans
çevreleri altın dönemlerini yaşadıkları 2008 öncesi günlere dönmekten başka bir
şey düşünmemektedir. Oysa o günler artık geri gelmeyecektir. Bazı kişilerin
eskiye özlemle ahlak çıtasını daha da aşağıya çekebilirler. Paradan para kazanmak, üretmeden tüketmenin
en son halidir ve temeli köleci topluma dayanmaktadır. Tarih boyunca elinde güç
bulunduranlar, hiç üretmeden toplumun en iyi tüketen kesimini oluşturmuşlar, bu
uğurda kendi aralarında sert çatışmalardan bile asla kaçınmamışlardır.
Gelecekte bu bir kargaşa nedeni olabilir.
Yeterince iyi silahlanmış ve organize hareket edebilirseniz, küresel
ısınma ile nüfus artışını lehinize çevirebilirsiniz. Mafya türü yapılanmalar,
kaos dönemlerinde hep işe yaramıştır. Yağma binlerce yıldır iyi beslenmenin en
kestirme yolu olarak görülmüştür. Bu nedenle kalabalık kentlerde yaşanan yağma
olayları kamu düzeninin ciddi biçimde sarsılmasına neden olacaktır. Vahşetin,
acımasızlığın doruğa çıktığı kavgalar, günlük olaylar haline gelebilir. Kent
yöneticileri kanunsuzlukla savaş için askeri birliklere başvurmak zorunda
kalabilir. Düşman artık kendi içimize yerleşmiştir. Yokluk, fakirlik, açlık
hatta susuzluk toplumda değişik görüşlerin taraftar bulmasına, yayılmasına
neden olur, çatışmalar karşıt görüşlüler arasına yayılır. Bu da olayların
denetim altına alınmasını zorlaştırır.
Üretimin iki kat artırılması her türden kirlenmeyi de çoğaltacaktır.
Gerçi geliştirilen yeni teknolojiler daha temiz ve daha az enerji kullanıyor
olabilir ama üretim biçiminin kapitalist düzeni değişmediği için kirlenme en
iyimser biçimde temizlenebilir kirlenmeye dönüşecektir. Bu ise ayrı bir
kirlenme noktasıdır. Tıpkı arıtma tesislerinin kendilerinin en temel kirletici
olmaları gibi, yeni teknolojiler, yeni kirlenme sorunlarını gündeme taşırlar.
Elbette kimyacılar arıtılmış temiz ürünler için devreye girecektir ama neredeyse
tamamen yapay ürünlerden oluşan beslenme tarzının yan etkileri de kısa ve uzun
dönemde karşımıza çıkacaktır.
Eski yöntemleri kullanmayı ısrarla sürdürebiliriz. Enerji
sağlanmasında güneş ve rüzgar teknolojileri devasa üretim araçlarını beslemeye
çok uzaktır. Kömür santralları bu konudaki en kestirme yöntemdir ama sonuçta
hava ciddi biçimde kirlenebilir. Kayıpları göze alıp kirli havaya rağmen
üretimi sürdürmek zorunda kalabiliriz. 1952 yılında Londra’da büyük duman
felaketi yaşanmış tam on iki bin kişi hayatını kaybetmişti (199). Şimdi nüfusu neredeyse dört beş kat artmış
kentte acaba kaç kişi ölebilir? Üstelik 1952 yılında her hangi bir kargaşa ya
da düzensizlik yaşanmamıştı. Gelecekte ise kentlerin bazı bölgeleri tam
anlamıyla bir savaş alanına dönebilir. Kamu denetiminden uzak her türlü
aşırılığın kol gezdiği gökdelenler arasında kimin neden öldüğünü bilme şansımız
olmayabilir.
Ama gelecekte temel sorunumuz beslenme ve suyun artık iyice zor
bulunur bir içecek olmasıdır. Öte yandan bir ton çelik üretmek için 300.000
litre su gerekmektedir. Çelik en önemli sanayi malıdır ve girmediği hiçbir yer
yok gibidir (199). Üstelik devasa süper gökdelenlerin yapımında
kullanabileceğimiz başka bir malzeme de bulunmamaktadır. Susuzluk arttığında,
büyük çapta üretim yapan işletmeler zor durumda kalır, projeler birer ikişer
rafa kalkar. Bir kez daha kimyacılara başvurulur, deniz suyundan tatlı su
üretecek işletmeler kıyı şeritlerini kaplamaya başlar. Ama burada üretilen
suyun maliyeti, doğal olanına göre neredeyse yüz misli fazladır, su petrolden
bile kıymetlidir.
Çiftçiler daha az su ihtiyacı olan genetiği değiştirilmiş ürünlere
yönelebilir. Ama bunun da bir bedeli vardır. Yeni ürünler daha çok böcek ilacı
ve gübreye ihtiyaç duyar Kimyacılar bir kez daha devreye girerek, zehirli böcek
ilacı ile tehlikeli gen kalıntılarını temizleyecek yöntemler geliştirebilirler.
Fiyatlar artar ancak gıdaların temiz olduğu varsayılır.
Küresel ısınma nedeniyle daha ılıman hale gelmiş bulunan kuzey
ülkeleri avantaj kazanabilirler. Ve doğal olarak insanlar eski ılıman kuşaktan,
yeni ılıman kuşağa doğru göç etmeye çalışırlar. Çünkü orada yaşam daha
kolaydır. En azından yağmur yağmaktadır ve insanlar bunları depolamanın çeşitli
yöntemlerini geliştirmişlerdir. Ancak nüfus 2000 yılına göre neredeyse iki kat
artmış durumdadır ve bununla mücadele eden hükümetler bir de göçmen
sorunlarıyla uğraşmak istemezler, doğrudan göç şiddet yöntemleriyle engellenir.
Dünyanın diğer bölgelerine göre sulak olan alanlar, tıpkı Arap
yarımadasında yaşayan şeyhler gibi inanılmaz gelirler elde etmeye
başlayacaktır. Aynı nehri paylaşan ülkeler arasında ise sert su savaşları
çıkabilir. Kaynağı elinde tutanlar suyun tamamına sahiplenirken, komşular kendi
hakları olduğunu iddia edecektir. Kargaşalar nedeniyle Birleşmiş Milletler
etkisiz, dünün güçlü orduları ise iç sorunlar yüzünden başka bir işe bakacak
durumda olmayabilir.
Suyu verimli şekilde kullanan, birçok kez geri kazanabilen
teknolojiler yaygınlaşır ama sıcaklık arttıkça dünyada temiz su kaynakları
azalacaktır. Deniz suyunu tatlı su yapan teknolojilerde her gün yeni gelişmeler
sağlanır, eski büyük petrol rafinerilerinin yerini su rafinerileri alır ama
ihtiyaç öylesine büyüktür ki ona yetişmek mümkün olmaz. İşin kötüsü yükselen
deniz seviyesi, kıyıdaki pek çok su kaynağının da tuzlanmasına neden olur. Yine
kıyı şeridine yakın bölgelerde yer altı suları büyük kütleler halinde çekilince
yerini kıyıdan gelen tuzlu su doldurur, yer altı suları da kirlenmeye başlar.
Yer altı sularının kaybedilmesi tarım üzerinde neredeyse öldürücü etki yapar,
çok az su ile bir şekilde üretim yapan çiftlikler bile birer ikişer kapanmaya
başlar.
Yine de kentler en kaliteli yaşam olanakları sunmayı sürdürebilir.
Hemen her türlü teknoloji buralarda yoğunlaşmış durumdadır. Temiz su fabrikaları
öncelikle büyük kentlere hizmet verir. Oldukça pahalı yöntemlerle üretilen su
kentin eskimiş şebekesindeki kayıplar yüzünden ancak taşıma yoluyla
dağıtılmalıdır. Bu şekilde bir gram bile su yitirilmeksizin tüketiciye ulaşır.
Ancak su kamyonları yağmacıların hedefi olacaktır. Güvenlik güçleri sık sık
çatışmaya girmek zorunda kalır kimi zaman bir tanker su yollara saçılır. Sert
önlemler kentlerde düzeni biraz olsun sağlayabilir. Milyonlarca işsize günlük yemek ve su
yardımları yapılır. Kapitalist üretim tarzı büyük yaralar almıştır ve kriz
içinde olmasına karşın varlığını sürdürmeye çalışır. Ama kimse geleceğinden
emin değildir.
Artık sıcak bölgede yaşayan günümüzün gelişmiş ülkeleri, yapay
yağmurlama yöntemleri kullanabilirler. Amaç üzerlerinden geçen yağmur
bulutlarından yararlanmaktır. Ancak işlemler, yağmur bekleyen diğer ülkelerin
tepkisini çekecek, uluslararası düzeyde gerginlik artacaktır. Casusluk ve karşı
casusluk faaliyetleriyle ülkelerin birbirlerine yaptıkları gizli saldırılar
giderek daha açık, görünür müdahalelere dönüşebilir, bölgesel savaşlar, temiz
kalan son kaynakları da geri dönülmez biçimde kirletebilir.
Küresel ısınmanın temiz su kaynaklarını iyice azalttığı bir ortamda
artan nüfusun yeterli beslenemeyeceği çok açıktır. Kimi toplumlar doğrudan
yaşam hakkından söz etmeye başlarlar, hatta halkına yeterince kaynak bulamayan
bazı hükümetler göçleri teşvik ederler. Orta kuşakta yer alan insanların bir
bölümü toplu halde kuzeye doğru harekete geçer ama ılıman kuzey ülkeleri her
durumda kaynaklarını korumaya kararlı olacaklardır. Ölmemek için öldürmek adına
kan dökülecektir. Çok değil elli yıl önce güvenli çizgiler olan ülke sınırları
bir anda yok olur, göçmenler bulabildikleri her yerden başka topraklara
girerler, sert çatışmalar çıkar. Milyonlarca kişiyi durdurmak hiç de kolay
değildir. Eskinin süper gökdelenleriyle dolu büyük kentleri hızla boşalırken,
bazı yerlerde hükümetler çoktan yok olmuştur. Devlet otoritesi neredeyse
tamamen ortadan kalkar. Bu aynı zamanda beş bin yıllık erkek egemen toplumun da
sonudur.
Bir insanın su ihtiyacı günlük iki litre dolayındadır. Eğer bunu
karşılayamazsak vücudumuz kurumaya başlar. İlk belirti böbreklerimizin
çalışmamasıdır. Artık pek terlemediğimizi de fark ederiz. Vücut ısımız
yükselir, bilincimiz yavaşça kaybolur. Önce olayları kavramakta zorluk çekeriz
daha sonra en temel hareketleri bile yapamaz hale gelir şoka girerek ölürüz.
Su şokuna girmiş insanlar çılgınlar gibi su kaynaklarına hücum
edeceklerdir. Kirlenmiş sular bile üstünkörü yöntemlerle içilebilir hale
getirildikten sonra tüketilmeye başlanır. Oysa içindeki tehlikeli maddeler
henüz arındırılmış değildir. Gerekli bilimsel otoriteden uzak kitleler,
bilinçsizce en tehlikeli kimyasallarla kirlenmiş çevrede varlığını sürdürmeye
çalışır. Olayı bilenlerin elinden hiç bir şey gelmez. Sonuçta kitle halinde
ölümler görülür. Kimyasal zehirlenmelerin yanı sıra, tifo, kolera, dizanteri
gibi salgın hastalıklar hiçbir önlemin olmadığı kalabalık insan topluluklarında
milyonlarca kişiyi hasta edebilir. Tedavi olanakları o kadar sınırlıdır ki,
kimi yerlerde hastalanan insanları basitçe topluluktan ayırıp ölüme terk
etmekten başka çare kalmaz. Salgın korkusu, yeni ılıman kuşakta yaşayan ve daha
güvenli bir ortama sahip toplulukları sarsacak, dışarıdan gelenlere karşı
acımasızca kendilerini savunmaya başlayacaklardır. Bu olay ölümleri daha da
hızlandırır.
Ölümlerin en yaygın olduğu kıta hiç şüphesiz Afrika’dır. Büyük çölün
neredeyse tamamını kaplamasıyla Afrikalıların gidecek fazla bir yerleri
olmayacaktır. Ve tıpkı 300.000 yıl önce atalarının büyük kuraklıktan neredeyse
tümüyle yok olmaları gibi Afrikalılarda nüfuslarının büyük bölümünü
kaybedeceklerdir. Asya ise ondan hiç aşağı kalır durumda değildir. Çin ve
Hindistan kitlesel ölümlerden paylarına düşeni fazlasıyla alacaktır.
Kitle ölümlerinin ne kadar süreceğini kestirmek mümkün değil. Ama
susuzluktan ölümün hiç de uzun sürmediği düşünülürse birkaç on yıl içinde dünya
nüfusunun günün kaynaklarını en iyi biçimde kullanabilecek düzeye ineceğini
söylemek yanlış değildir. Yanlış olmayan bir diğer varsayım ise artık
kapitalist üretim tarzından söz edilemeyeceğidir. Çünkü ne tüketim toplumunu
besleyecek kaynak kalmıştır ne de üretilenleri tüketecek topluluk. Artık
yepyeni bir üretim ve tüketim ilişkisi vardır. Üstelik eskinin erkek egemen
toplumu yalnızca anılardadır.
Yorumlar
Yorum Gönder