17.Bölüm - Erkek egemen toplum tarihi

17. Erkek Egemen Toplum Tarihi
Sümerler çağında dünyanın birçok yerinde kadınların egemen olduğu toplumlar varlığını sürdürüyordu. Ancak bu tarihten sonraki gelişmeler çok iyi bilinmektedir. Yazılı tarihimiz aynı zamanda erkek egemen toplum tarihidir ve olaylar bu güne değin görülmemiş derecede kanlı gelişmiştir. Erkekler egemenliklerini sağlamlaştırırken sahip oldukları kas gücünü, iktidar gücü haline dönüştürmekte büyük bir başarı göstermişlerdir. M.Ö 4000’li yıllara geldiğimizde pek çok alanda erkeklerle eşit gibi görünse de gerçekte krallar giderek kadınları mülkiyet ve eğitim haklarından yoksun bırakmaktadır. Çok değil 2000 yıl içinde erkek egemen toplum tüm gücüyle sahnedeki yerini alacaktır.
Erkek egemen toplum, varlığını şiddete ve şiddeti sürdürebilmesine borçludur. Sümer döneminden önce, sürekli çatışma ortamından yararlanan askerler iki temel keşifte bulunmuşlardı. Birincisi, yönetim şiddet yoluyla elde edilebiliyordu. İkincisi, şiddet geliştirilebiliyor, bu ise yönetimin etkinliğini artırıyordu. Askerler savaştıkça deneyim kazanıyor, böylece hem askeri harp teknikleri geliştiriliyor hem de silahlar iyileştiriliyordu. Oysa anaerkil toplumlar hiçbir zaman asker topluluklar olmamışlardı. Saldırıya uğrayan anaerkil aileler, daha önce de belirttiğimiz gibi, profesyonel ordular karşısında amatör askerler olarak kalıyor, onların yenilgilerini kolaylaştırıyordu. Yenilen taraf daha sonraki yaşamını köle olarak sürdürmek zorunda kaldığından, olayı gören ve henüz saldırıya uğramayan diğer kabileler de telaş içinde askeri önlemlere yöneliyorlar bu ise kadınların bir süre sonra iktidardan tamamen uzaklaşmalarıyla sonuçlanıyordu. Dolayısıyla tarım uygulamaları ve erkek egemen toplum modeli çılgın bir hastalık gibi hızla çevreye yayılıyordu.  Üstelik gelişmesi sırasında elde ettiği teknolojik ilerlemeyi de kullanıyor, giderek yenilmez bir güç olarak karşımıza çıkıyordu. İlk çağda bildiğimiz tüm imparatorluklar erkek egemendir ve kendi düzenlerini o dönemde ulaşabildikleri yerlere yaymışlardır.
Tarihsel gelişmeyi biliyorsunuz, Sümerler, Mısırlılar, Hititler olabildiğince çok fetih yaparak güçlerini artırmaya çalışmıştır. Oysa güç geçicidir. Kurulan tüm imparatorluklar bir şekilde yıkılmış, yerini başkalarına bırakmıştır. Ancak burada dikkate alınması gereken şey şudur. Fetihler, erkek egemen toplumun yayılış biçimidir. Antik çağda bilinen tüm anaerkil topluluklar fetihler sayesinde ortadan kaldırılmıştır. Olaylar gelişecek ve Romalılara kadar uzayacaktır. Roma köleci erkek toplum biçiminin zirvesidir. Aynı zamanda göreceli olarak özgür kadının da son dönemidir. Daha sonra gelen orta çağda kadın inanılmaz bir karanlığın içine atılacak, onun etkileri günümüze kadar gelecektir.
Kadınların köleleştirilmesinde dini motifler de en az şiddet kadar etkili kullanılmıştır. Örneğin Sümerlerde bazı kadınlar kendilerini tapınaklara bağışlamışlar, burada tapınağı ziyarete gelen erkeklerle serbestçe cinsel ilişkiye girmişlerdir. Günümüzde bu olay “fahişelik” kavramı ile tartışılıyorsa da aslında doğal kadın bakış açısıyla olay yalnızca özgürlüğün biraz olsun sürdürülmesinden başka bir şey değildir. Erkek baskısından kurtulmak isteyen kimi kadınlar tapınaklar yoluyla hem baskıyı biraz olsun hafifletebilmekte hem de doğasından gelen çekicilik kurallarını tam olmasa da diğer kadınlara göre daha özgürce tatmin edebilmektedir. Erkekler bu olguyu gözden kaçırmayacaklar ve dini söylem giderek kadınları daha çok saracaktır. Orta çağa geldiğimizde baskı öylesine dayanılmaz düzeydedir ki, çok güçlü erkek silahlarına karşı koyamayan çaresiz kadınların ellerini açıp “Allah’ım kurtar beni” diyerek dua etmelerinden daha doğal ne olabilir? Sığınabilecekleri başka bir yer yoktur ki.
Bu gün görüntü şöyledir. Dünyadaki işlerin %66’sı kadınlar, %34’ü de erkekler tarafından gerçekleştirilmektedir. Ama toplam gelirin yalnızca %10’u kadınlara gitmekte, %90’ı erkeklere aktarılmaktadır. Dahası, erkekler tüm mal varlığının %99’na sahiptir (128). Başka bir deyişle, tüm işlerin %34’ünü yapan erkekler, buradan kazanılan gelirin %90’nına ve bu gelirlerle de tüm mal varlığının %99’una sahip çıkmaktadır. İşin iktidar yönü de kadınlar için parlak değildir. Amerika Birleşik Devletlerinin parlamentosunda 2009 yılı seçimleri sonunda erkekler %83, kadınlar ise %17 oranında temsil edilmektedirler. Üstelik bu oran dünyanın birçok yerine göre oldukça yüksektir. Erkeklerin azınlıkta olduğu Finlandiya (%61) ve İsveç (%55) parlamentoları özel bir durumu göstermektedir. Ne de olsa en uzun süre anaerkil yaşayan kuzey toplumları kadınlara farklı bakabilmektedir.  Bunun dışında Avrupa Birliği ülkeleri dahil olmak üzere benzer bir örnek bulunmamaktadır (129).
Yasal haklar konusu ise başlı başına bir felakettir. Her ne kadar tüm dünyada insanların eşit olduğunu belirten pek çok temel yasa bulunsa da, işler kadın erkek ayrımına geldiğinde o kadar eşit görünmemektedir. Bakire olmamak 21. Yüzyılın başında dünyanın birçok yerinde suçtur, genç kızların korkulu rüyasıdır. Tüm yaşamını baştan aşağıya değiştirebilmektedir.
Tarih boyunca ise erkek egemen toplum kadın üzerinde inanılmaz bir baskı kurmuştur. Temel hedef kadının eğitilmemesi ve mülk edinememesidir. Orta çağın karanlık yıllarında dünyanın birçok yerinde doğan kız çocukları diri diri toprağa gömülmektedir. İngiltere’de erkek çocuk doğuramayan kraliçe sonunda idam edilmiştir. Oysa günümüzde çok iyi bilindiği gibi doğacak çocuğun cinsiyetine erkek spermleri karar vermektedir. Yine Avrupa’da baskıya karşı koymaya çalışan kadınların bazıları cadılıkla suçlanmış ve öldürülmüşlerdir.
Kadına yönelik şiddete ait pek çok örnek verilebilir. Tümümün ortak noktası şudur. Ölüm cezası kadınlara daha kolay uygulanabilmektedir. Örneğin zina suçunda kadın hemen öldürülürken, erkek kırbaç yiyerek yakayı kurtarabilmektedir. En acımasız ceza ise tecavüze uğrayan kızlara verilmekteydi. Olayın mağduru olan genç kız namusu kirlendiği gerekçesiyle kendi akrabaları tarafından öldürülüyordu. Keza, ailesinin gösterdiği erkekle evlenmek istemeyenler, komşunun oğluna aşık olup onunla gizlice buluşan kızlar için ceza nedense hep ölüm olmaktadır. Oysa erkeklere karşı bu konularda ceza söz konusu değildir. Örneğin bir zamanlar Türk Ceza yasasında zina konusunda ceza uygulaması için kadının bir kez bile aldatması yeterli iken, erkeğin başka bir kadınla uzun süre karı koca hayatı yaşaması gerekiyordu. Dolayısıyla bakış açısı son derece belirgindir. Kadının özgürlük adına en küçük kıpırdanışı bile ölüm cezası için yeterli görülmektedir. Böylece erkek egemen toplumlar, zaman içinde kadını toplumun temel köleleri haline getirmişlerdir. Köleliğin kaldırıldığı iddiaları da doğru değildir. Kaldırılan erkeklerin köleliğidir, kadınlarınki aynen sürmektedir. Çünkü kadını köle yapan yasalar anayasa ya da ceza kanunlarında değil, toplumsal örf ve adetlerde yer almaktadır. Bunların değişmesi ise zamana bağlıdır.
Erkekler kadınlardan, onlara hizmet etmelerini, çocuk doğurmalarını ve onları erkek toplumuna uygun biçimde yetiştirmelerini istemektedir. Bunun dışındaki her türlü faaliyet kadınlara kapalıdır. Böylece teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, temel yapıda kadınların erkeklerin arkasındaki ikincil yerleri değişmemektedir. Kadınlar evlerini süslemekte, güzel yemekler yapmakta, erkekleri doyurmakta, çocukların bakımını üstlenmekte, sayısız pek çok angaryayı yerine getirmekte, erkek ise tüm bunların sahibi olarak yalnızca gelir getirici işlerle yetinmektedir. Daha iyi eğitilmiştir, daha yüksek gelire sahiptir ve en önemlisi yasal olarak evin reisidir. Son tahlilde daima onun dediği olur.
Acaba böyle bir toplumsal örgütlenme doğal sayılabilir mi? Bunun için en başta tartıştığımız konuya geri dönmemiz ve onu yanıtlamamız gerekmektedir. Kadının günümüzdeki yerine bakarak medeniyetimizde bir sapmadan söz edebilir miyiz? Bunun yanıtı kesinlikle “evet” olmalıdır. Çünkü açıkça gösterebildiğimiz gibi evrim süreci içinde kadın hiçbir zaman erkekten sonra gelen ikincil bir varlık olmamıştır. Tersine, erkek bazı böceklerde tam olarak ikincildir ve işi bittikten sonra ölüme terk edilmektedir. Erkek kavramı varlığını dişi kavramına ve onun korunma ihtiyacına borçludur. Tüm memelilerde saldıran ile savunan taraflar daima erkeklerdir.  Dişiler son anda başka hiçbir yol kalmamışsa ve özellikle de bebekleri tehlikede ise çatışmalara katılmaktadır. Ama doğada ikincil bir dişi kavramı hiç yoktur. Tek örnek erkek egemen toplumdur. Dolayısıyla medeniyet çizgimizdeki bu sapma hem doğal yapıya aykırıdır hem de sürdürülebilir değildir.
Kadınlar Sümerlerden başlayarak hemen teslim olmamışlar, tüm güçleriyle mücadele etmişlerdir. Örneğin Hatşepsut’un ilginç bir yaşam öyküsü vardır. Firavun Tutmosis’in ikinci hanımı olan Ahmose’nin kızıdır. Tutmosis’in birinci karısından erkek çocukları vardır ve normalde onlardan birisinin varis olması gerekmektedir. Ama Hatşepsut güçlü kişiliği ve zekası ile kendisini firavuna kabul ettirir. Üvey erkek kardeşleri sürekli onunla uğraşır ve iktidardan uzaklaştırmaya çalışırlar. Bu arada kendisi de evlenecek ama erkek çocuğu olmayacaktır. Firavun bir başka kadınla evlenir, ondan erkek çocuğu olur. Hatşepsut bu çocuğa sahip çıkar ve onu bir firavun gibi yetiştirmeye başlar. Bu sırada firavun ölür, yerine geçmesi gereken erkek oğlunun yaşı da henüz çok küçüktür, Hatşepsut naibe ilan edilir. Genç yaşta tahtı ele geçirmiştir, 22 yıl boyunca iktidarını sürdürür. Daha sonra bir kadının mısırı yönetmesini hazmedemeyen tarihçiler onu erkek olarak kayıtlara geçireceklerdir (131).
Antik çağın diğer ünlü kadınları yine Mısırlı olan Nefertiti ve Kleopatra’dır. Bu çağda başka bir kadın iktidarı bulmak neredeyse olanaksızdır. Sümerlerde, Hititlerde iktidar hep erkeklerdedir. Bir şekilde iktidara ortak olabilmiş kadın yöneticinin adı geçmemektedir. Yunan kaynakları incelendiğinde ise karşımıza Isparta kraliçesi Gorgo çıkmaktadır. Ama bunun nedeni Gorgo’nun iktidarın ortağı olması ya da etkinliği değildir. Kocası 1. Leonidas termofil savaşına katılacak ve orada ölecektir. Kahramanca ölen kralın karısı olarak Gorgo tarihteki yerini alır (132).
Antik çağın en tanınmış kadınları hiç şüphesiz Amazonlardır. Haklarında fazla bilgi bulunmamakla birlikte onlar için pek çok sayıda efsane üretilmiştir. Hatta gerçekten var olup olmadıkları bile belirsizdir.  Amazonların ataları olan Samatyalılarda kadın savaşçıların olduğu bilinmektedir (133). Büyük bir olasılıkla Amazonlar o dönemde anaerkil yapısını koruyan kavimlerden birisidir ve savaş yetenekleri sayesinde düşmanlarını bölgelerinden uzak tutmayı başarmışlardır. Ancak sürekli olarak göçler ve fetihler gerçekleştiğinden, belki de son kalan anaerkil kavim olarak tarihten silinmişlerdir.
Erkeklerin baskısı ve kurulan düzenin acımasızlığı antik çağın sonlarına doğru kadınları daha zekice düzenlenmiş karşı koyuşlara yöneltmiştir. Bir yandan toplum içinde etkisiz ya da doğrudan ikincil görünürken, diğer yandan dolaylı yollarla iktidara ortak olmaya çalışmışlar, bunda da önemli başarılar elde etmişlerdir. Böylece daha sonraki yüz yıllarda kadınlar erkekleri etkileyerek, kimi zaman kendi çocuklarını öne çıkararak kadınların yaşam koşullarını iyileştirmeye çalışmışlardır. Bu kadınların en ünlüsü hiç şüphesiz Meryem anadır.
Hıristiyanlığın kurucusu İsa peygamberin annesi olan Meryem, babasız olarak çocuk doğurunca o zamanki Yahudi toplumunun saldırısına uğramış ve bu günkü Selçuk yakınlarında bulunan Efes antik kentine göç etmiştir (134). Çocuğu büyüyecek ve bir peygamber olarak topluma yol göstermeye başlayacaktır. Yeni dinin adı Hıristiyanlıktır ve sanki kadının durumunu düzeltmek için ortaya konmuş gibidir. Hazreti İsa babasız dünyaya gelmiştir, annesi Meryem tam bir iffet ve saflık sembolüdür (135). Hıristiyanlık en azından analara hakları olan değeri verecek gibidir ancak o dönem için devrim sayılacak pek çok gelişme bir süre sonra din adamları yoluyla tersine çevrilir ve yeniden kadına karşı şiddet kaldığı yerden devam eder.
Orta çağda yalnızca Avrupa’da değil, dünyanın birçok yerinde kadınların durumu gerçekten yürekler acısıdır. Belki de bunların başında “cahiliye dönemi” diye anılan, Müslümanlık öncesi Arap toplumu gelmektedir. O zamanlar Arabistan’da kadının değeri ancak evindeki herhangi bir eşya kadardı. Erkekler dilediği sayıda kadınla evlenebilirdi. En dehşet verici olay ise istenmeyen kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesiydi. Bir adamın oğlu olursa şenlik düzenlenir, kız çocuğu dünyaya gelirse o kişi suç işlemiş gibi olayı saklamaya çalışırdı. Üstelik ister göçebe olsun, isterse şehirlerde otursun, ev işlerinin tamamı kadınlara aitti (136).
Çeşitli kaynaklar cahiliye döneminde kadının içinde bulunduğu akıl almaz durum hakkında fazlasıyla bilgi vermektedir. İşte böyle bir ortamda doğan İslamiyet, kadınlar için gerçekten kurtarıcı olmuştur. Evinin hanımıdır, daha önce hiç bilmediği resmi nikahlı evlilik sözleşmesine sahiptir, boşanma belli kurallara bağlanmıştır, erkeklerin alabileceği kadın sayısı dörtle sınırlandırılmıştır ve kadın erkekle eşit olmasa bile artık mirastan hak talep edebilmektedir.
İslamiyet’in kadına kazandırdığı değerleri o çağda öylesine ileri düzeydedir ki, Müslümanlık kabileler arasında büyük bir hızla yayılır,  Müslüman topluluklar bilimsel düşünce ve teknolojide dev adımlar atarak yenilmez ordular kurmaya başlar. Rakipleri elbette o dönemin diğer yenilmez ordusu Bizans’tır. Oysa Hıristiyanlık alemi kadına verdiği değerler açısından inanılmaz bir gerilik içindedir. Hatta pek çok Avrupa ülkesinde kadın vatandaş bile sayılmamaktadır. Çünkü kadınca bir çıkışa sahip Hıristiyanlık, erkek egemen toplulukların elinde şekil değiştirmiş her yönden erkeklerin yönetimine girmiştir. Vatikan tarihinde hiç kadın papa yoktur. Gerçekte kadın papadan söz edilmektedir ve bununla ilgili film de çevrilmiştir ama orada da bir çeşit sahtekarlık vardır (137). Normal yollardan hiçbir kadın papa olamaz. Oysa İslami kaynaklara göre hazreti Ayşe imamlık yapmıştır (138), daha sonra pek çok kadın imam topluma yol gösterecektir.
Orta çağ boyunca kadınların kazançları ne yazık ki İslami gelişme ile sınırlı kalacak, bir süre sonra bazı İslam toplulukları da kadınları yeniden ikincil varlıklar haline getirecek düzenlemeler gerçekleştireceklerdir. Hatta Ortadoğu’da diri diri gömme olayları tekrarlanmaya başlar. Çünkü şiddet karşı şiddeti doğurmakta, bunun sonucu olarak yaşam savaşmak ve savaşa hazırlanmak dönemlerinden ibaret kalmaktadır. Kadından tek istenen daha çok sayıda asker doğurmasıdır.
Savaş tarihini incelerseniz, orta çağda savaş görmemiş topluluğun kalmadığına şahit olursunuz. Çatışmalar giderek daha dini alana kayacak ve günümüze kadar gelen Hıristiyan Müslüman kapışması ortaya çıkacaktır. Olay, kadınların kendilerini topluma kabul ettirmeleri açısından önemlidir. Çünkü Müslüman ordular karşısında sürekli gerileyen Hıristiyanların özellikle İstanbul’un fethinden sonra bilimsel bakış açısına kavuşmasında kadınların rolü büyüktür. Her ne kadar modern tarih kadınların rolü konusunda pek de istekli davranmasa da, bilimsel düşünme biçimi önce annelerin kafalarında oluşmuş, oradan çocuklara aktarılmıştır. Zaten, bütün aydınlanmanın yalnızca belli okullardan mezun olmuş erkek düşünürlerin ve bazı dahilerin eseri olduğuna inanmak hiç de kolay değildir. Toplumun büyük bir kesimi aydınlanmaya ihtiyaç duymuştur ve bunların başında da kadınlar gelmektedir.

On yaşlarında küçük çocuk bahçede şiddetli bir savaşa girişmişti. Diz boyu otlara elindeki sopa ile saldırıyor, bir vuruşta on tane yaprak havaya saçılıyor, dallar yere seriliyordu. Hayali ordu kalabalıktı ve kahraman şövalye zırhlarına bürünmüş korkmadan düşmanlarının üzerine yürüyordu. Minicik ellerinin tuttuğu küçük sopa o an için dünyanın en keskin kılıcıydı ve havada vınlamalar çıkararak dönüyor, otları ikiye biçiyordu. Çocuk elbette burnuna gelen taze çimen kokusunun gerçekte kan kukusuna hiç benzemediğini bilemezdi. Eğer evin önünde oturan annesi onu çağırmasaydı savaş daha da uzun sürebilirdi.
                “Nicolas, yeter artık, terleyeceksin, hemen buraya gel”
Çocuk durdu, başını çevirip annesine baktı. Eliyle göğsünü yokladı, gerçekten terlemişti. İşiteceği azarları düşünerek, küçük adımlarla eve doğru yürümeye başladı. Başını öne eğmişti, arada bir kaçamak bakışlarla annesini izliyor, kendisine kızıp kızmadığını anlamaya çalışıyordu. Gördüğü gülen gözler içindeki kuşkuyu dağıttı, başını kaldırıp koşturdu.
                “Anne bak bütün düşmanları öldürdüm.”
                “İyi ama sırılsıklam terlemişsin”
Çocuk sesini çıkarmadı, kadın elindeki beyaz kumaş parçasını çocuğun göğsünden içeri soktu.
                “Biraz dinlen, terin kurusun sonra yine oynarsın.”
Güneş batıyordu, gökte tek tük yıldızlar belirmişti. Çocuk gökyüzünü işaret ederek sordu;
                “Anne, bu ışıklar nereden geliyor?”
                “Onlar yıldız oğlum, geceleri gökte parlayıp bizlere yol gösterirler”
                “Gündüz parlamaz mı?”
                “Hayır”
                “Neden?”
                “Çünkü gündüzleri güneş vardır, her yer aydınlık olduğundan yıldızlara ihtiyaç duymayız.”
Çocuk bu mantıklı yanıt karşısında tatmin olmuş gibiydi ama birden atıldı;
                “Peki, anne geceleri yıldızların ışığını kim yakıyor?”
Kadın beklemediği soru karşısında şaşırdı ama kendisini çabuk toparladı. Yıllar öncesini, henüz genç bir kız iken babasıyla yaptığı benzer konuşmayı anımsadı.
“Yıldızlar neden parlar” diye sormuştu.
Babası kaşlarını çatmış, sesini yükseltmiş ve;
                “Tanrı öyle olmasını istediği için elbette, hem kızların kafası böyle şeylere ermez, sus bakayım”
demişti. Şimdi aynı soruyu soran oğluna ne yanıt vermeliydi? Kararlı bir sesle,
                “Bilmiyorum oğlum, sen oku, çalış ve bu sırrı çöz, olur mu?” dedi.

Orta çağ Avrupa’sı aydınlanma ile yeni ufuklar ararken, Hıristiyanlık karşısında kazandığı zaferle gücüne güç katan Müslüman erkekleri tam tersine bir yol izleyerek kadınları yeniden toplumun ikincil vatandaşları haline getiriler ve cahiliye dönemini anımsatan uygulamalar görülür. Bu gelişmenin sonuçları birkaç yüz yıl içinde ortaya çıkacak, 16. yüzyılın süper gücü olan Müslüman Osmanlı ordusu, 17. Yüzyılda Avrupa orduları karşısında gerilemeye başlayacaktır.
17.1 Erkek Egemen Modelin İskandinav Versiyonu
Avrupa’nın gelişmesinde ve aydınlanma çağında bir nokta çok önemlidir. Önceki sayfalardan anımsayacağınız gibi, M.Ö 8000 yılında tamamen sular altında kalan Dogger alanında yaşayan balıkçı toplayıcı kabilelerin bir kısmı kuzeye bir kısmı ise güneye hareket etmiştir. M.Ö 6000’li yıllara gelindiğinde kuzey halen buzullar altındadır, yaşam çok zordur, Mezopotamya’daki gibi sıcak ya da en azından ılıman iklim koşullarınlında tarım yapma şansı bulunmamaktadır. Her ne kadar zaman içinde tarım teknikleri öğrenilmiş olsa bile İskandinav kabilelerin Balıkçı toplayıcı özelliklerini çok uzun süre korumuş olmaları mümkündür. Köleci toplumun ilk çağdaki en güçlü temsilcisi olan Roma imparatorluğu da buralara kadar ulaşamamıştır (139). Havaların ısınması ve kuzeydeki buzulların gerilemesiyle insanlar daha da kuzeydeki İskandinav yarım adasına yerleşme olanağı bulmuşlardır. Böylece yerleşik düzende yaşayan, tarımcı olmayan, kimi zaman geçimini başka alanları yağmalayarak sağlayan bir topluluk oluşmuştur. Yaşam koşulları son derece serttir, sosyal dayanışma olmadan hayatta kalma şansı bulunmamaktadır. Dolayısıyla erkek egemen toplum modeli İskandinav ülkeleri için uygun değildir. Kadın erkek ilişkileri, çağdaşı diğer toplumlarla kıyas kabul etmeyecek düzeyde eşitlikçidir. İskandinav kadınlarının özgürlükleri Hıristiyanlıkla bozulmuştur. Bölgenin Hıristiyan olması 8–12. Yüzyıl dönemlerine rastlamaktadır.
8. yüzyıl tam bir Viking dönemidir. Viking sözcüğü, “denize doğru çıkan yarımada” anlamındaki “vik” sözcüğünden türetilmiş olabilir (140). Vikingler balıkçı toplayıcı Dogger ülkesi yaşayanlarının torunlarıdır. Tıpkı onlar gibi anaerkil düzenlerini değiştirmemiş, hatta daha da geliştirmişlerdir. Erkekler gemilere atlayıp deniz aşırı yerlere gitmekte bu sırada köyde yalnızca kadınlar kalmaktadır ve tüm yönetim doğal olarak onların denetimindedir. Yeterince güçlenen balıkçı köyleri yağmacılığın da oldukça karlı olduğunu fark etmekte gecikmeyecek, üstün silah ve savaş taktikleri ile İngiltere, İrlanda ve İzlanda’yı adeta haraca bağlayacaktır. Düz altı ile çok sığ sularda bile hareket edebilen Viking tekneleri ayrıca insanların omuzlarında da kolayca taşınabilecek şekilde yapılmıştır. Böylece sürpriz saldırılarla rakiplerini etkisiz hale getirebilmektedirler.
8. Yüzyılda İngiltere, İrlanda ve İzlanda’da Hıristiyanlık yayılmış, her yerde kiliseler yükselmiştir. Vikingler kısa sürede manastırların en değerli yapılar olduklarını keşfetmekte gecikmez ve saldırılar bu noktalara yoğunlaşır. Papazlar için saldırıları durdurmanın tek bir yolu vardır o da Vikinglerin Hıristiyanlaşmasıdır. Hıristiyan misyonerler kuzeyin soğuk topraklarında her türlü zorluğa göğüs gererek çalışırlar. Bu sırada İskandinav bölgesinde nüfus yeterince artmış, kalabalık sayılabilecek şehirler kurulmuş, krallar ortaya çıkmaya başlamıştır. Tarihler M.S 980 yılını gösterirken kral Hıristiyanlığı kabul eder (139), amacı, rakiplerine karşı diğer Hıristiyanlardan yardım almak ve üstünlük sağlamaktır. İlk Hıristiyan olanlar Norveçlilerdir. Hıristiyan güçlere, Viking savaşçıları da katılmıştır, bu nedenle Hıristiyanlık hızla yayılır. Norveçliler, İzlanda ve İrlandalıları kısa sürede Hıristiyan yapacaktır. Gerek kültürel gerekse askeri yönden Hıristiyanlık baskısı altında kalan İzlandalılar, Hıristiyan olmak için kendilerince çok önemli bir koşul öne sürerler. Onlar vaftiz edilirken soğuk su yerine sıcak su kullanmak istemektedirler. Çünkü İzlanda soğuk bir yerdir ama bol miktarda sıcak su kaynağı bulunmaktadır (140). 
İskandinav bölgelerinin Hıristiyanlaştırılması gerçekte silah yoluyla yapılamayan ataerkil aile tipinin din yoluyla yerleştirilmesinden başka bir şey değildir. Roma imparatorluğu en güçlü olduğu dönemde bile buralara adım atamazken, basit görünüşlü Hıristiyan misyonerler iki yüzyıl gibi kısa bir sürede kendi düzenlerini belli bölgelerde kabul ettirmeyi başarmışlardır. Erkek egemen toplumun bir diğer tanımı, bölgesel savaşlardır. İskandinavya’da devletler ortaya çıkar, bunlar sürekli olarak savaşmaya başlarlar. İsveç, Norveç ve Danimarka’dan 450 yıl sonra Hıristiyanlığa katılacak, daha sonra kendi devletini kuracaktır.
Hıristiyanlığın İskandinavya’da onca gayretine karşın oluşturduğu düzen hiçbir zaman güney Avrupa’dakiler gibi değildir. Anaerkil yapı öylesine güçlüdür ki, dinin tüm baskısına karşın yönetim tam olarak erkeklere geçmez. Kadınlar, pek çok konuda özgürlüklerini büyük ölçüde korumayı başarırlar.  Zaten bölgenin Katolik yapısı yalnızca 500 yıl sürecektir. İskandinav Hıristiyanlar Martin Luter’in başlattığı Protestan hareketinin adeta gönüllüleri olurlar. Protestan papazlar kendi görüşlerini yaymak için İsveç’te ev ev dolaşarak kadınları eğitmeye, onların okuma yazma öğrenmesini sağlamaya çalışırlar (140). Bu da İskandinav kadınların etkinliğini başka hiçbir yerde olmadığı kadar artıracaktır.
17.2 Çağdaş Erkek Egemen Topluma Doğru
Ne var ki Protestanlık gerçekte erkek egemen toplumun yumuşak biçimidir, hatta İskandinav ülkeleri için pek de reform anlamı taşımamaktadır. Protestanlık sayesinde Avrupalı kadın aşırılıkları budanmış bir erkek egemen toplum modelini kabul etmek zorunda kalmıştır. İskandinav kadınları ise binlerce yıllık anaerkil geleneklerinin gücüyle her zaman olduğu gibi diğer hemcinslerine göre biraz daha özgür ortamda yaşayabileceklerdir. Ama Protestanlık ve Rönesans gerçekte aydınlanma dönemini de işaret etmektedir.
Kuzeyde bu gelişmeler olurken, Avrupa’nın merkezi ve güneyinde kadınlar üzerindeki baskı giderek artmaya başlar. 13. Yüzyıldan önce haklarında her hangi bir yasak yoktur. Hem dini kurumlarda hem de çalışma hayatında serbestçe görev alabilmektedirler. Daha sonra kadınların hakları birer ikişer ortadan kaldırılır. Örneğin mahkemelerde şahit olarak dinlenmezler. Kendi başlarına iş yapabilmeleri engellenir, özel yaşamları tamamen kocalarının isteklerine bağlanır. Buna karşı çıkan kadınlar ise “cadı” suçlamasıyla meydanlarda yakılır. Cadılık öylesine sık kullanılan bir suçlamadır ki, örneğin anneyi kurtarmak için bebeği feda eden bir ebe “cadı” suçlamasıyla karşılaşabilmektedir. Hatta menopoza girmek bile cadılaşmak için yeterli olmakta ve ölüm cezasını gerektirmektedir. O dönemde Avrupa’da karısını öldüren erkek için her hangi bir ceza öngörülmemekte, kocasını öldüren kadın ise direğe bağlanıp diri diri yakılmaktadır (141).
Ama kadının annelikten gelen çok önemli bir silahı vardır. Dini duygularınız ne denli güçlü olursa olsun, anneniz çığlık çığlığa yanarken siz orada öylece durup bakamazsınız. Bir bebeğin en mutlu olduğu an hiç şüphesiz anne memesini emerken duyduğu hazdır. Çocuk büyüyüp yetişkin hale geldikten sonra bile ona olan bağlılık tüm gücüyle varlığını sürdürür. Üstelik gelişmiş insan beyni anneye karşı olan bu bağlılığını toplumun diğer kadınlarına da yansıtabilir. Dolayısıyla kadına karşı yöneltilen şiddet bir şekilde diğer toplum bireylerini tedirgin eder, şiddet arttıkça, ona karşı olan tepki de artar. Gelişen tepkiler bir süre sonra yöneticilerin karşısına yeni iktidar alternatifi olarak çıkar.
Olympe De Gouges 1748 yılında Fransa’nın güneyindeki Montauban’da doğmuş bir kadın yazardır. On sekiz yaşında evlendirilmiş ama o kocasını ve yaşadığı evi terk ederek Paris’e kaçmıştır. Çok değil, üç yüz yıl önce böyle bir hareket ölüm cezasını gerektirirken, o yılların Paris’i Olympe’i bağrına basar. Genç kadın makale yazmaya başlar, 1774 yılında kölelik karşıtı tiyatro oyununu kaleme alır. Evlilik dışı ilişkileri ve boşanma hakkını savunur. Fransız devriminden sonra kadın hakları savunucuların önderlerinden olur, “kadına darağacına çıkma hakkı tanınıyor, öyleyse kürsüye çıkma hakkı da olmalıdır” diye haykıracaktır. Yalnızca kadın hakları için değil, gördüğü her türlü haksızlık için kavgaya tutuşur, makaleler, romanlar yazar. Sonunda yazdıkları yüzünden tutuklanıp idam edilir (142).
Mary Wollstonecraft ise 1759 yılında İngiltere’de doğar. Daha yedi yaşında iken dedesi ölür ve ona mirastan hiçbir şey kalmaz. Erkek kardeşleri ne varsa hepsini almışlardır. Kız çocuğu olmak yasalar karşısında var olmamak demektir. Bu nedenle okula gitmesine de izin verilmez. Ama Mary çiftlikteki yaşlı kahyanın da yardımıyla kendi kendine okuma yazma öğrenecektir. Dahası on sekiz yaşındayken ekonomik bağımsızlığına kavuşmak için evden ayrılır ve pek çok işe girer çıkar. Bu sırada çeşitli yerlerde yazıları yayınlanmaktadır. Kadın hakları savunması isimli kitabı ona büyük şöhret kazandırır.  Mary şöyle demektedir;
“Kadının erkek için yaratılmış olduğu egemen görüşü her halde Musa’nın şiirsel anlatısından geliyor. Bu konuda iyice düşünen biri, Havva’nın Adem’in bir kaburgasından yaratıldığı efsanesini kelimesi kelimesine kabul etmez. Erkeklerin en eski zamanlardan beri kadınları boyunduruk altına almaya hakları olduğu ve tüm yaratıkların onların zevk ve eğlenceleri için yaratılmış oldukları tezi tümüyle geçersizidir.”
Mary 1797 yılında ikinci çocuğunun doğumundan hemen sonra öldüğünde arkasında kadın haklarıyla ilgili pek çok yazı bırakıyordu (143).
Akılcılık orta çağ düşünme biçimini iktidardan indirirken, erkek egemen toplum, kadına yeni haklar vererek bir adım geriye çekiliyor ama asla iktidarı bırakmıyordu. Bu yeni düzenin adı kapitalizm olacaktır.
Erkek egemen toplumun temel davranışlarından bir tanesi sürekli olarak yeni rakipler bulmaları ve bunlarla mücadeleye girmeleridir. Orta çağ boyunca kadınların da katkısıyla gelişen akılcı düşünme biçimi feodal çağda kralların karşısına özgürlük ve bağımsızlık kavramlarıyla çıkar. Fransız devrimi ile onu izleyen dönem, kapitalistlerin kralları birer ikişer tahtlarından indirdikleri yıllar olacaktır. Ve ne yazık ki kadınlar kapitalizmin gerçekte onlara özgürlük vermeyeceğini, tek istediği şeyin ucuz işçilik olduğunu kısa sürede anlayacaklardır. Feodal beyin köyünde kocasının kölesi olan kadına özgürlük olarak verilen şey, fabrikada erkeklerin yarısı kadar ücretle çalışma hakkıdır.
Öte yandan kralları tahtlarından indiren yeni kentsoyluların önünde duran çok önemli bir yönetim sorunu vardır. Ya despotlukla suçladıkları kralların yerini alacaklar ve onlara benzeyeceklerdir ya da yepyeni bir düzenle kendi iktidarlarını sağlamlaştıracaklardır. Kimi zaman imparator, kimi zaman da akıllı bir kral naibi olarak iktidar denemeleri yaparlar. Feodalizmden edinilen bilgiler ve çıkarılan dersler, kraliyet sistemine geri dönülmesi halinde kapitalizmin de sonunun geleceğini açık olarak göstermektedir. Öte yandan aydınlanma çağı, haklarını arayan insanlar yaratmıştır ve bunlar hiç beklenmedik zamanda ayaklanabilmekte, yönetime zor anlar yaşatmaktadır. İşin daha da kötüsü, 19. yüzyılda ortaya çıkan Karl Marx ve Frederich Engel adında iki araştırmacı, içinde kadınların da bulunduğu çalışan kesime yeni umutlar vermeye başlamıştır. Feodolizm karşısında büyük bir başarı kazanan kapitalistler zaferlerine doyamadan kendilerine Komünist adını veren kalabalık kitlelerle karşı karşıya kalır.
Çözüm antik Yunanistan’dan gelir. Eski devirlerde Atina halkı yönetimle ilgili sorunlarını eşit oylama sistemi ile çözerdi. Atina demokrasisinin güzel yanı kadınların ve kölelerin oy haklarının olmamasıydı. Dolayısıyla kapitalistler yalnızca belli bir kesimin oy kullanabileceği demokrasiye can simidi gibi sarıldılar. Antik çağ ile 19. Yüzyıl aynı teraziye konulamaz. Ciddi biçimde bilimsel düşünce ile aydınlanmış insanlara, “sen oy kullanmayacaksın” demek kolay değildir.  Elbette kadınlar hariç. Çünkü onlar zaten yönetilmek için yaratılmıştır ve iktidar mücadelesinin tarafı olamazlar.  Böylece feodalizmi yenen kapitalizm, yönetim biçimi olarak kendisine demokrasiyi seçer. Sistem özgürlük ve bağımsızlık kavramlarıyla birlikte sunulur, vatandaşlık haklarından söz edilir.  Bu sistemde kadınlara oy hakkı verilmez. Verilen tek şey, yeterince ev işiyle uğraşmıyorlarmış gibi bir de fabrikada çalışmalarıdır. Aydınlanma dönemi ile feodalizme karşı çıkan, temelde kadın hakları için uğraşan ve bu nedenle acı çeken binlerce kadının emekleri boşa gitmiş gibidir. Feodal düzende köyündeki bahçesi ve evinden başka işi olmayan kadın şimdi hem ev işlerini aksatmamak hem de evin ekonomisine katkıda bulunmak için fabrika ya da başka bir işte çalışmak zorundadır. Kadınlar için yeni bir karanlık dönem başlamış gibidir.
Avrupa’da bunlar olurken dünyanın geri kalan yerlerinde durum farklı değildir. Feodalizmin süper gücü Osmanlı imparatorluğu sürekli küçülürken kadınlar üzerindeki baskı giderek artmaktadır. İslamiyet, Hıristiyanlıkla girdiği mücadeleyi yitirmiş ve pek çok İslam ülkesi Hıristiyanların sömürgesi durumuna düşmüştür. Asya’da ise durum farklı değildir. Çin iç çalkantılarla boğuşmaktadır, Hindistan ise İngiliz asilzadelerince yönetilmektedir. Ve Asya’da kadın olmak, acı çekmek demektir. 19. Yüzyıla girdiğimizde dünyanın en mutlu kadınları balta girmemiş ormanlarda henüz keşfedilmemiş ilkel kabilelerde yaşıyorlardı.
Avrupa’da aydınlanma çağı bu kez de kadın için çalışmaya başlamış, 17. Yüzyılda başlayan hareketler 19. Yüzyılda doruk noktasına ulaşmıştır. Kapitalizm hiçbir kurala bağlı olmaksızın gelişmekte, buna karşı toplumda ciddi bir tepki başlamaktadır. Böylece ilk kadın hareketlerinin bir kısmı işçi hareketleriyle birleşir, çalışan kadın eşitliği kendisi gibi işçi olan erkeklerde arar. Pek çok kanlı öykü yazılır.
Kapitalistler kısa sürede emperyalizmi kuracak, kendi içinde ciddi bir çatışmaya doğru yol alacaktır. 20. Yüzyılın başlarında kamplar iyice belirginleşmiştir. Sömürgelerden elde edilen zenginliklerin büyük bölümü adam öldürme tekniklerinin geliştirilmesine harcanmakta, ölümcül silahlara her gün bir yenisi eklenmektedir. Bilimde, teknolojide ve demokraside kendisini çok ama çok gelişmiş sayan Avrupa ülkelerinde kadınların basitçe seçimlere katılma hakları yoktur. Kolayca tahmin edebileceğiniz gibi, Avrupa’da kadınlara ilk seçme hakkının verildiği yer bir İskandinav ülkesidir. Finlandiya’da 1906’da kadınların da seçimlere katılması kabul edilir (144).
Silah teknolojisindeki gelişmelerle oluşturulan yeni ordular ve emperyalist paylaşım yarışının bir savaşa yol açmaması düşünülemez. Böylece kadınlar Avrupa’da giderek daha etkin eylemlerle kendilerini gösterirken birinci dünya savaşı patlak verir. O tarihe kadar savaşlar belli bölge ve cephede olmakta, geride yaşayanlar bundan çok fazla etkilenmemektedir. Eskiden savaşlar daha önceden hazırlanmış savaş malzemesiyle yapılır, bunlar çatışmalarda kullanılır, malzemesi kalmayan taraf doğal olarak savaşı kaybederdi. Birinci Dünya Savaşı o güne değin görülmüş tüm savaşlardan farklıdır. Cephe neredeyse bütün dünyadır. Dahası savaş malzemelerinin tükenmesi diye bir şey söz konusu değildir, cephe gerisindeki fabrikalar sürekli üretim yapmakta, ürünler savaş alanlarında hızla tüketilmektedir. Birbirleriyle savaşa tutuşan erkekler o güne değin hiç görülmemiş biçimde kadınlara ihtiyaç duyarlar. Üretim asla durmamalıdır. Fabrikalarda çalışan iş gücünün eksilmemesi savaşın kazanılması için çok önemlidir. Ve kadınlar işçi, işçi başı, şef, makinacı, tornacı gibi eskiden yalnızca erkeklerin çalışabildiği pek çok iş kolunda boy gösterirler. Kadınların çocukları da unutulmamıştır, fabrikalarda kreşler kurulur (141).
Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde ise Avrupa’da kadınlar açısından çok şey değişmiştir. Öncelikle kadının, erkeğin sayılan pek çok işi yapabileceği görülmüştür. Dahası kadınlar iş hayatının tadını almışlardır. Buradan kazanılan ve henüz erkeklerle eşit olmayan bağımsızlık duygusu paha biçilmezdir. 1918 ile 1930 yılları arasında belli başlı Avrupa ülkelerinde kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınacaktır. Burada en ilginç olay hiç şüphesiz Alman kadınların başına gelenlerdir. Almanlar ilk kez 19 Ocak 1919 tarihinde kadınlara seçme hakkı tanırlar. 1933 yılında iktidarı ele geçiren Nazilerin ilk işlerinden birisi, yani daha Hitler dişlerini bile göstermeden, kadınların seçme haklarının geri alınmasıdır (141). Bu hakkın yeniden ele geçirilmesi için tüm Almanya’nın yıkılması gerekecektir. Fransız kadınları ise 1944 yılına kadar bekleyecekler ancak müttefik orduların yardımıyla seçme hakkına kavuşacaklardır.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşı, medeniyetimizdeki sapmanın doruk noktalarıdır. Temelde askeri güç üzerine kurulu bulunan erkek egemen toplum modeli, teknolojiyi kendi çıkarlarına göre yönlendirmekte ve sürekli olarak daha etkili silahlar geliştirmektedir. İkinci dünya savaşından sonra ortaya çıkan durum, adam öldürme teknolojisinde bir devrimi işaret etmektedir. Silahlar öylesine gelişmiştir ki artık onu kullanmak söz konusu bile olamaz. Bundan daha da önemlisi kimi silahların kullanımı son derece basittir, tek bir düğmeye basarak milyonları yok etmek mümkündür. Üstelik o düğmeye basmak için erkek gücüne de ihtiyaç yoktur. Böylece Sümerler döneminden beri ilk kez erkek ve kadın güç olarak eşitlenmeye başlamıştır. Örneğin jet savaş uçağının kadınlar tarafından daha etkin biçimde kullanılabileceği ortaya çıkar. Çünkü dar dönüş manevraları sırasında görülen ve adına (g) kuvveti denilen merkezkaç etkisi kadınların fizyolojik yapısı nedeniyle erkeklerdeki kadar etkin değildir (145). Başka bir deyimle söylersek modern savaş uçakları kadınların pilotluğuna daha uygundur.
Silahların kadınlarca da kullanılabilirliği hatta bu konuda üstün taraf haline gelmeleri günümüzü belirleyen çok önemli bir gelişmedir. Erkek egemen toplum, sürdürülebilirliğini kadın karşısındaki üstün kas gücüne borçludur. Oysa şimdi kas gücü giderek değerini yitirmekte, yerini çağdaş teknolojinin sağladığı akıl gücü almaktadır. Burası ise kadınların en etkili olduğu yerdir. Çünkü fizyolojik olarak kadın beyni akıl üretme tekniği açısından erkeğe göre çok üstündür.
17.3 Yirminci Yüzyılda Kadınlar
Feminist hareket kadınların erkekler karşısındaki mücadelelerine verilen isimdir. Tek bir politik davranış gibi görülse de gerçekte oldukça karmaşık düşünce yapısına sahiptir (158). Binlerce yıllık kölelik yaşamının ve toplum baskısının kafaları karıştırmasından daha doğal hiçbir şey olamaz. Tarih boyunca erkek egemen toplumu etkilemiş tüm siyasi düşünceler kadınlar tarafından da ilgiyle izlenmiştir. Orta çağın sonlarına kadar her türlü eğitimden uzak tutulan kadınlar, kendi kendilerini eğiterek, erkeklere karşı koymaya, eşitlik adına bir şeyler yapmaya çalışmışlar, şiddet içermeyen dolaylı mücadele yöntemlerini kullanarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bu pasif mücadele şekli, 18. Yüzyılda aktif hareketlere dönüşecek, adına da feminizm denilecektir. Başlangıçta istekler oldukça basit ve etkilidir. Yasalar karşısında tüm insanların eşit olduğu vurgulanır, seçme seçilme, mülkiyet ve medeni hukuk gibi konularda önemli kazanımlar elde edilir.
En büyük gelişme ise 20. Yüzyılın başlarındaki Sovyet devrimidir. İlk yıllarda kadınlar, o dönemde başka hiçbir ülkede görülmeyen haklar kazanmıştır. 16 haftalık doğum izni, ücretsiz sağlık hizmetleri, kamu yönetiminde erkeklerle eşitlik, gayrı meşru sayılan çocukların haklarının verilmesi, boşanma hakkı Bolşevik hareketin ilk yıllarında kadınlara tanınan önemli haklardır. Ama devrim sırasında yaşanan iç savaş bitip, ortalık sakinleşince Sovyet devrimi de erkek egemen yüzünü ortaya çıkarmaya başlar. Fabrikalarda erkeklerle eşit çalışan kadın yavaşça işten çıkarılır ve evine gönderilir. Bunun için önce fabrika kreşleri, çocuk yuvaları kapatılmış, analık duygusu içindeki kadına evine dönmekten başka yol bırakılmamıştır. Devrimden on yıl sonra, 1930’da kabul edilen bir yasa ile Çarlık Rusya’sındaki geleneksel aile yapısına geri dönülecektir (159). Yine devrimden sonra kabul edilen ve 20.yüzyılın başındaki en önemli yasal kadın haklarından birisi olan kürtaj 1936 yılında kaldırılacaktır.  Sovyet kadını eskiden olduğu gibi çocuk doğuran ve onlara bakan birisi olarak ele alınır, fazla sayıda çocuk nişanla ödüllendirilir. Sovyetlerde tek olumlu yön, gelişen modern düşünce sayesinde eğitim ve spor haklarının korunmasıdır.
Feminizmin 20. yüzyıldaki en önemli başarısı temel eğitim hakkına sahip çıkmasıdır. Bu sayede 1960’lara gelindiğinde batı dünyasında eğitimli kadın sayısı oldukça artmıştır. Kadınlar oy, kürtaj, boşanma gibi daha yüz yıl önce adı bile geçmeyen pek çok hakka kavuşmuşlardır. Hatta Amerika birleşik devletleri için üniversiteye giriş hakkı bile tam bir feminist başarı sayılabilir.
Ancak erkek egemen toplumda erkeklerle eşitlik yarışmasına girmenin çok ciddi bir tehlikesi vardır, o da kadının giderek erkekleşmesidir. Bu kavram kimi durumlarda öylesine belirgin hale gelir ki, erkeklerle mücadelede öne çıkan bazı bayanlara “lezbiyen” yakıştırması yapılmıştır. Dolayısıyla feminist yaklaşım yalnızca yasalar önünde eşitlik kavramıyla yetinemez. Çünkü toplumu yöneten erkek egemen yasalardır ve bu yasalara göre eşitlik, aynı zamanda kadını da erkekleştirebilir.
Gerçekte feminizm, erkek egemen toplumu biçimlendiren çeşitli düşünce akımlarıyla da birlikte açıklanmaktadır. Liberal, Marksist, varoluşçu, radikal, psikanalist feminizm gibi ayrı başlıklar altında toplanmaktadır (160). Burada karşı çıkmamız gereken olgu, erkek egemen toplumun doğal toplum örgütü gibi görünmesi ve ona uygun hareket edilmesidir. Ataerkil aile yapısı doğal düzenin tam anlamıyla sapmasından başka bir şey değilken onunla uyum sağlayan mücadele biçiminin seçilmesi sapmanın sürdürülmesinden başka bir sonuç vermeyecektir. Buna en iyi örnek Sovyetler Birliği denemesidir. Tüm insanların eşitliği adına yola çıkan liderler bir süre sonra etkinliklerini yitirmiş, yerine gelen yeni yöneticiler erkek egemen düzeni tekrarlamaktan çekinmemişlerdir.
1970’lere gelindiğinde feminist hareket çeşitli erkek egemen kavramlar arasında dolaşırken aynı zamanda kendine en uygun mücadele biçimini de geliştirmeye başlayacaktır. Kadın özgürlüğünün temelinde cinsel özgürlük yatmaktadır. Çünkü onun evrimi, çekicilik ve seçme üzerinedir. Burada bağımsızlığı hedeflemeyen hiçbir hareket, kadının tam olarak özgürlüğü anlamına gelmeyecektir. Ve doğurgan olmayan seks kadının temel hedefidir. Teknolojinin de yardımıyla geliştirilen doğum kontrol hapları bu yoldaki en önemli atılımdır. Genç kızların doğurgan olmayan sekse yönelmelerindeki başlıca engel, kazara doğabilecek bebeklerdir. Sonuçta erkeğin ilişki sonunda tam zamanında dışarıya boşalmalarıyla gerçekleştirilen korunma, genç erkeklerin deneyimsizliklerini hesaba katarsanız hiç güvenilir sayılmaz. Bekaret kaybı, çeşitli yöntemlerle bir dereceye kadar kapatılabilirken, sağlıklı hamileliğin geri dönüşü yoktur. Kürtaj hakkı bu alanda bir gelişmeyi simgelese de, soğuk ameliyathaneler, iğneler, karnınızın bir metalle kazınması, kimyasal madde kokuları genç kızlarımızı cinsel ilişkiden yeterince uzakta tutmaktadır. Bu açıdan doğum kontrol hapları gerçek bir cinsel devrimin silahı haline gelmiştir. Başlangıçta pek de yan etkisiz olmayan haplar, teknolojinin geliştirilmesiyle kullanışlı araçlar olarak ortaya çıkmıştır.
Batıda ve Amerika’da gelişen cinsel devrim sırasında bekaret büyük ölçüde değer kaybeder. Gelişme çok ilginçtir. Bekaretin varlık nedeni ortadan kalkmaktadır. Teknolojik gelişme erkek egemen toplumun temel direği babaya önemli bir teknik bilgi sunar. DNA analizleri babanın kim olduğunu kesin bir şekilde ortaya çıkarmaktadır. Böylece kadının eve kapatılmasına yol açan, yalnızca belli bir erkeğin çocuklarını doğurma zorunluluğuna gerek kalmamıştır. Bunun üzerine gelen doğum kontrol hapları da erkeğin kendisinden olmayan çocuklarla karşılaşma korkusunu büyük ölçüde gidermiş, kızlar ve erkekler genç yaşta doğurgan olmayan ilişkilere girme fırsatını yakalamıştır. Bekaret giderek daha çok genç erkek tarafından ilişkiler önündeki önemli bir engel gibi görülmeye başlamıştır.
Katolik batının bekaret konusunda bir günde fikir değiştireceğini beklemek doğru değildir. Kilise elinden geldiğince eski günlerine dönmeye çalışmaktadır. Vatikan, doğum kontrolü ve kürtajı henüz kabul etmiş değildir (161). Hatta ABD, 1981 yılında başkan Ronald Reagan aracılığı ile uygulamaya koyduğu AFLA (Adolescent Family Life Act) yasası en azından erginliğe kadar bekareti korumaya çalışmıştır. Üstelik yasa hem demokrat hem de cumhuriyetçi vekiller tarafından destek bulmuştur. Yasa evli olmayan ve 18 yaşını doldurmamış gençler arasında bekareti özendirecek programlar oluşturmayı hedeflemektedir. Yasa ABD medyası tarafından “İffet yasası” olarak nitelendirilmiş, ama bu yasa ile milyonlarca dolar, genç kızlara iffetlerinin ne kadar önemli olduğunu anlatmak için harcanmıştır. Başlangıçta 11 milyon dolar olan bütçe, 2004 yılında 31 milyon dolara yükselmiştir (162).
17.4 Yirmi birinci Yüzyıl Başlarında Kadın
Kadın özgürlüğü özellikle batıda kazandığı büyük başarılara rağmen henüz istenilen düzeye gelmiş değildir. Seçme seçilme gibi siyasi haklar yüz yıl önce temel hedef olarak görülebilirdi ama günümüzde ulaştığımız noktada olayın yalnızca siyasi olmadığı açıkça belli olmuştur. Çünkü erkek egemen toplumda siyaset, ataerkil düzenin sürdürülmesinden başka amaç taşımamaktadır. Batıda, her nedense önemli görevlerin ezici çoğunluğu erkeklerin tekelinde yer almaktadır. Siyasi haklara rağmen, her gün TV’lerde ekrana çıkan Avrupalı politikacıların çoğu erkektir. Bundan daha vahim olan şey ise batılı kadınların, erkekler kadar etkin görevlere gelememiş olmalarıdır. Yalnızca siyasette değil ama günlük yaşamın her noktasında erkek yöneticiler kadınlara fark atmaktadır. Çok açık olmasa da yavaşça ortaya çıkan gerçek, erkek egemen toplumda kadın, erkekle eşit yönetici olma şansını hiçbir zaman yakalayamayacağıdır. Son tahlilde erkek daima kadının bir adım önündedir ve bir süre daha onu yönetmeyi sürdürecektir.
Batıdaki önemli deneyim İskandinav ülkelerindeki zayıf Ataerkil aile tipidir. Örneğin İsveç’te kadınlar güçlü bir anaerkil geçmişe sahiptir, bu nedenle özgür kadın tiplemesiyle kendi ekonomik gücüyle ayakta durabilen bir model yaratmıştır. Erkeklerle olan ilişkilerinde olabildiğince doğal sürece bağlı kalmaktadır. Ancak İsveç’te çok güçlü bir devletçilik uygulanmaktadır. Bu nedenle kimi yazarlar durumu kadınların erkeklerden kurtulup devlete bağlanması olarak değerlendirmekte, İsveçli kadınların %60’ının devlet memuru olmalarına dikkat çekmektedir (169). Ancak modelin temelde erkek egemen olduğu unutulmamalıdır. Sert yaşam koşullarında kadına her yönden ihtiyaç duyan erkek egemen bakış açısının İsveç modeli olarak ortaya koyduğu şey bütünüyle iktidardan vazgeçmek değil, koşullar nedeniyle kadınların etkinliğine razı olmaktır. Bu açıdan son tahlilde İsveç erkek egemen toplumdur. Buna karşın gelecekte kadın egemen toplumun yaratılmasında bize çok önemli bilgiler sağlayacaktır. Yalnızca İsveç değil, tüm İskandinav ülkelerinin tarihten gelen güçlü anaerkil deneyimlerinin günümüze yansımaları, burada elde edilen deneyimler kadınlar açısından eşsiz bilgi kaynaklarıdır.
Batı demokrasileri, tarihten aldığı derslerle bireyleri ikna ederek sonuca gitmeye çalışmaktadır. Bunda, kadınların akılcı yaklaşımların rolü büyüktür. Batılı erkekler (sonuçta onlar kadınlar kadar akılcı olmayabilirler ama aptal da değillerdir) şunu çok iyi öğrenmiştir. Baskı yoluyla yaptırılan iş ile gönüllü olarak yapılan iş arasında çok büyük farklar vardır. Böylece çeşitli ikna yöntemleri geliştiren erkek egemen toplum, adına demokrasi dediği kendi düzenini yerleştirmeye çalışmaktadır. İkna yöntemleri kimi yerlerde öylesine başarılıdır ki, bir kadına aklın alamayacağı en ağır cinsel işkenceler yapılmakta ve zavallı kadın başına gelenlerin “sanat” olduğunu sanmaktadır. Pornografi, batılı erkeklerin kadınları aşağılamalarında kullandıkları ikna yöntemlerinden bir tanesidir, “sanat” sözcüğü ile pazarlanmaktadır.
Dünyanın başka yerlerinde ise kadınlar hala ortaçağı yaşamaktadır. Modern üretim tekniklerini kullanmaya başlayan Çin ve Uzak Asya’da batıdakine benzer gelişmeler oluyorsa da, Afrika’nın bazı bölgeleriyle Orta Doğu henüz özgür kadından söz etmek için hiç de uygun yerler değildir. Dini temellere dayalı yasal düzen, bekaret üzerinde tam bir hakimiyete sahiptir ve bunların değiştirilmesi kolay olmayacaktır. Buradaki genç kızlar, daha özgür batılı hemcinsleri düzeyine ulaşmak için uzun süre mücadele vermek zorundadır. Ama onların olanakları, aynı mücadeleye vermiş bulunan batılı kadınlardan çok daha fazladır ve bu bir şanstır. İletişim teknolojileri öylesine yaygındır ki basit bir cep telefonu tüm dünya ile bağlantı kurabilmektedir. Eskinin o cahil genç kızı, eğitiminin önündeki her türlü engele karşın, çoktan yerini cinsel konularda her şeyi bilen, cin gibi bakan kızlara dönüşmüştür. Öyküyü bilirsiniz, çok zengin ama iktidarsız yaşlı bir adamı, köyün en güzel kızıyla evlendirirler. İlk gece adam kızı soyar, kucağına oturtur ve bacağına üç kez vurur. Ertesi günü kızın annesi sorar;
“kızım dün gece nasıldı?”
Kız gururla cevap verir;
“Tam üç kere yaptık anne”
Anne mutlu gülümser. Ama böyle genç kızlar çok eskide kalmıştır. Bilgisayar tuşuna dokunmayı bilen her genç kız, ilk gecede kaç kere yapılacağını hemen öğrenebilme şansına sahiptir. Üstelik yeni çıkan çocuk oyuncaklarının büyük bölümü tuşludur. Yani öğrenme bebekliğe doğru ilerlemektedir.
İletişim ve bilgisayar teknolojisi, kadınların bilinçlendirilmesinde öylesine önemli silahlardır ki, bazı ülkelerde internet ve uydu yayınlarının yasaklanmasına şaşmamalı. Oysa interneti yasaklama gayretleri, saçma bir savunma mekanizmasından başka bir şey değildir. Pratik olarak internet yasaklanamaz. Çünkü inanılmaz büyüklükte örümcek ağına benzeyen yapının tek bir telinin koparılması, sistemin kendisi açısından hissedilmeyecek kadar küçük ve önemsizdir.
Bilgisayar MSN, Mesenger gibi uygulamalarla gençleri giderek daha büyük öbekler halinde örgütlemektedir. Böylece birbirinden binlerce kilometre uzakta yaşayan iki insan normal sohbete dalabilmekte, küçük kameralar önünde şakalar yapabilmektedir. Her türden bilgi, dünyanın her yerine büyük bir özgürlük duygusu içinde akmaktadır. Bunun, dünyanın en geri kalmış yöresindeki genç kızlara ulaşması çok uzun sürmeyecektir.
Kadınların bilgiye ulaşmaları ve böylece zincirlerini kırmaları günümüzde bazı devletleri ciddi biçimde tedbir almaya zorlamaktadır. Ama ellerindeki tek güç “yasaklama” kararlarıdır. Oysa teknolojinin yasaklarla engellenemeyeceği çok açıktır. Bu toplumlar, ya erkeklere de aynı yasakları getirecek, yani her türlü teknolojiyi sınırları içine sokmayacak, böylece eski düzenini sürdürmeye çalışacak ya da bundan vazgeçecektir. Genç erkeklerin dünya ile olan ilişkileri kesilemeyeceğine göre, onun arkasından sessizce yürüyen genç kızların da bir süre sonra aynı yerden geçmeleri kaçınılmazdır.
Genç kızların eğitim ve bilimsel çalışmalara katkıları arttıkça, daha gelişmiş, nitelikli beyin gücünün etkisi kendisini gösterecektir. Çeşitli kademede yönetici olarak kadınlar daha çok görev almaktadırlar. Üstelik olay yeni başlamıştır ve neredeyse 21. Yüzyıla özgün gelişme gibi görülmektedir. Gazetelerde kadınların erkeklerden daha başarılı olduklarını gösteren haberlere rastlanmaktadır (163). Gelecekte bu tür haberlerin artması beklenmelidir.

Kitabın en başında söylediğimiz gibi genç kızlarımız anneleri gibi yaşamamaktadır. Çünkü anneleriyle kıyas kabul etmeyecek kadar çok bilgilidirler. Onları yalanlarla kandırmak mümkün değildir. Hakkında en çok yalan söylenen, bu şekilde kafaları iyice karıştıran bekaret bile günümüzde basit bir teknik sorun halini almıştır. Kadınlar, binlerce yıldır süren mücadeleleri sonunda onları tümüyle özgürlüğe taşıyacak noktaya doğru hızla ilerlemektedir. Bilgi, onun doğal sonucu bilinç, erkek egemen toplumun, ataerkil uygulamaların sorgulanmasına neden olmaktadır. Üstelik bu düzende erkeğin kadına verebileceği çağdaş düşünme biçimine uygun bir yanıt da bulunmamaktadır. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

16.Bölüm - Görünmeyen zincir, bekaret

18.Blüm - Tüketim toplumu