8.Bölüm - Kadınların mutlu dönemi
8.Kadınların Mutlu Dönemi
Şimdi 60.000 yıl öncesine geri dönelim. Henüz mağara yaşamı yoktur
çünkü bölgede böyle bir şeye ihtiyaç duyulmamaktadır. Ama aynı anda dünyanın
başka yerlerindeki insanlar, örneğin Neandertaller buldukları mağaralara
yerleşmektedir. Afrika’nın Serengeti bölgesinde yaşayan, yirmi dolayında kadın,
on kadar erkek ve geri kalanı da çocuklardan oluşan 50 kişilik topluluk ele
alalım. Bir tarafı ormana bakan nehrin kenarında, ağaç dallarından yaptıkları
henüz ev ya da barınak denemeyecek kadar basit korunaklarda oturan bu insanlar
günlerinin neredeyse tamamını yiyecek arayarak geçirmektedir. Ortada yanan ve
hiç sönmeyen ateş topluluğun en kutsal hazinesidir. Çünkü onun sayesinde
yabancı yırtıcıları uzak tutmak mümkündür. Hayvanlar ateşten, böcekler de
dumandan hoşlanmamaktadır. Erkekler ve kadınlardan oluşan bir gurup nehirde
balık avlamaktadır. Elbette o dönemdeki insanlar bunun bilincinde değildir ama
su ürünleri protein ihtiyaçlarının çok büyük bölümünü karşılamaktadır. Dört ya
da beş kişilik başka bir gurup ise açıklık alandaki otlar arasında yenebilir
olanları toplamaktadır. Genç çocuklar ise ağaçlarda meyve peşindedir. Bazı
oğlanlar kızlara kur yapmakta ise de kızların gözü hemen birkaç kilometre
uzakta bulunan diğer topluluğun genç erkeklerindedir. Aslında erkekler de diğer
topluluğun kızlarını tercih etmektedir. Akşam olunca meydandaki ateş
güçlendirilir. Yaşlı kadınlar öne çıkar ve balıkları ateşte pişirerek aile
bireylerine verir. Toplanan tüm yiyecekler ortak tüketilmektedir. Balığın
yanında çeşitli yeşil yapraklar, meyvalar vardır. Tok karın neşeli insanlar
anlamına gelmektedir. Karanlık iyice çökerken kadınlar erkekleri kendi
yaptıkları dinlenme alanlarına çekmektedir. Erkeklerin asıl görevi şimdi
başlamaktadır. Gençler ise yeni deneyimler peşinde koşmaktadır. Tümü tamamen
çıplaktır, üzerine bir şeyler örtünme ihtiyacı yoktur.
Kıvırcık saçlı, parlak gözlü bir zenci güzeli gecenin tüm karanlığına
karşın iri kaslı, güçlü genç erkek arkadaşıyla buluşmayı başarıyor. Yeni çift
ırmağın kenarında, suyun serinliğinden yararlanarak ve birbirlerine sarılmış
öylece duruyorlar. Birbirlerinin kulaklarına bir şeyler söylüyorlar. Her ne
kadar romantik dil yeterince gelişmemiş olsa bile ruhlar bunu dinlemiyor. İlk
kez burada karşılaşmışlardı. Kız suda balık avlamaya çalışıyordu, erkek otların
arasından ansızın ortaya çıkmıştı. İlk görüş, ilk algılama, ilk farkına varış,
her şey yeni bir çiftin doğumunu müjdeliyordu. Erkek kıza yardım etmiş,
birlikte epey balık avlamışlardı. Sonra, erkek kendi akrabalarının yanına
dönmüş, kız uzun süre arkasından bakıp kalmıştı. Ama gece rüyasında hep onunla
birlikteydi.
Ertesi günü güneş tepeye yükselmeden erkek nehir kenarında belirdi.
Kız dün birlikte oldukları yerde onu bekliyordu. Birlikte ağaçları dolaştılar,
ellerinde meyvalar hiç eksik olmadı. Ama yalnızca birbirlerini doyuruyorlardı.
Bazıları buna itiraz edecek gibi oldu ama büyük annenin sert bakışları her
türlü tepkiye kolayca önleyiverdi. Bu yaşlı kadın, parlak gözlü, kıvırcık saçlı
genç kızda kendi gençliğini görmüştü. Hafızası onu yıllarca geriye götürdü. İlk
hamileliğini anımsadı, ilk erkeğinin özlemi kalbinde buruk bir acı yarattı. Onu
ne kadar çok sevmişti. Kokusu hala burnundaydı. Onunla geçirdiği ateşli
saatler, birlikte çıktıkları zevk yolculuğu ve haykırışlarla zirveye ulaşmak.
Hiçbir şeyi unutmamıştı, özlem kalbini biraz daha sıkıştırdı, yaşlı kadının
gözlerinden yaşlar boşandı. Erkeği bir gün ava gitmiş ve bir daha dönmemişti.
Gözleri ormanda günlerce onu beklemiş, gelmeyince de yavaşça kendini günlük
işlere vermiş onu unutmaya çalışmıştı. Ama unutmak ne mümkün. İşte, her şey tap
taze karşısında duruyordu. Birbirine sarılan genç çifte bir kez daha baktı,
gözleri yaşlı yavaşça oradan uzaklaştı.
Her şeyde olduğu gibi romantik ilişkilerde de belli bir evrim
sürecinin yaşandığı gerçektir ve romantizmin evrimi 60.000 yıl öncesinden
günümüze kadar süren oldukça hızlı bir gelişmedir. Kıvırcık saçlı, parlak gözlü
kızımız ilk aşkından iki çocuk sahibi olacak, sonra karşısına çıkan başka bir
erkekle birlikteliğini sürdürecek, yaşamı boyunca 8-10 kadar çocuk
doğuracaktır. O da tıpkı büyük annesi gibi ilk aşkını hiç unutamamış olsa bile
onun anıları daha az acılıdır. Çünkü erkek bir süre sonra ona pek çekici
gelmemiş, kız kardeşinin erkek arkadaşı ise daha bir anlamlı bakmaya
başlamıştır. Her nasılsa kız kardeşi de bu ilişkiye hiç sesini çıkarmamıştır.
Sanki zaten ondan kurtulmaya çalışmaktadır. Sonra yıllar hızla geçmiş, bu süre
içinde on kadar erkekle güzel günler yaşamıştır. Ama o parlak gözlü, kıvırcık
saçlı güzelimiz yaşlı bir büyük anne olarak herkesi yönetmeye başlamıştır.
Artık hiçbir erkekle birlikte değildir. Otoriter bir anne olarak çocuklarının
başındadır.
O dönemde belli bölgelerde yaşayan bu topluluklar anaerkil aileler
olarak gelişmektedir. Ailenin büyüklüğü beslenme alanlarının genişliği ile
sınırlıdır. Dolayısıyla küçük aile toplulukları halinde sürekli bölünerek ve
yeni beslenme alanlarına doğru hareket ederek yayılmaktadır. Kıvırcık saçlı,
parlak gözlü güzel zenci kızımızın torunlarından bazıları 10.000 yıl sonra Arap
yarımadasının kıyılarında ilerlemekte, bazıları ise bu günkü Sina çölünün yerinde
bulunan sulak alanlarda balık avlamaktadır. Taş baltalar aynıdır. Yaşam
kalitesinde fazla değişiklik olmamıştır.
H. Sapiens türünde zeki bir varlık, sorunlar karşısında o güne değin
hiç bilinmedik çözümler üretme yeteneğindedir. Buna zekanın kullanılması
diyoruz. Ama eğer, ortam çözülmesi pek de zor olmayan, fazla zeka gerektirmeyen
koşullar sunuyorsa o zaman insanlar binlerce yıl aynı biçimde yaşamlarını
sürdürebilirler. Bu durumda insan toplulukları arasındaki farklılıklar, coğrafi
bölge koşullarına bağlı olarak değişkenlik gösterir. Dolayısıyla dünya üzerine
yayılma eğiliminde bulunan insan toplulukları ilk başlarda birbirine çok
benzeyen yaşam şekillerine sahipken sonraları farklı teknolojiler
geliştirmişler ve farklılaşmışlardır. Burada temel etken elbette coğrafi ve
iklim koşullarıdır.
45.000 yıl öncesine geldiğimizde atalarımızın bir kısmı bu günkü İran
ve Pakistan üzerinden yukarıya doğru çıkıp Orta Asya’ya yerleşmişti. Ilıman
iklimin oluşturduğu verimli alanları her türden beslenme olanaklarıyla doluydu.
Ancak bölge ormanlık olmayıp daha çok dağlıktı. Ama iklim çok ciddi bir gece
gündüz farkına sahipti. Soğuk gecelerde, Afrika’nın sıcak ikliminde olduğu gibi
açıkta uyumak söz konusu bile değildi. Belki de atalarımız daha Orta Doğuda
iken barınma sorunlarıyla karşılaşmış ve ağaç kovuğu, küçük mağaralar gibi
yerlerde gecelemeyi öğrenmişti. Ama mağaracılığın asıl geliştiği yer Orta Asya
olmalıdır. Çünkü orada başka türlü hayatta kalmak mümkün değildi.
Yeni bir bölgeye gelen topluluk burada içinde kalabileceği yeni mağara
bulduklarında hemen işe girişir ve orayı kendi yaşamları için uygun bir düzene
sokmaya çalışırlardı. Kimi mağaraların içi geniş ama girişi dar olurdu,
genişletilmesi gerekirdi. Kimisinde ise giriş o kadar geniş gelirdi ki atalarımız
taşları üst üste koyarak girişi daraltmaya çalışırlardı. Bu işlem daha sonra
duvar işçiliği olarak karşımıza çıkacaktır. Mağara içinde kimi yerler belli
amaçlar için ayrıca derinleştirilir, buralara öldürülen hayvanların postları
gerilirdi. En önemlisi yatacak yerleri hazırlamaktı. Atalarımız artık sert
zeminde yatmak yerine postlarla yumuşatılmış yataklar kullanıyorlar,
geliştirdikleri teknolojiler sayesinde kendi yaptıkları evlere geçmenin
hazırlıklarını yapıyorlardı. Bir süre sonra duvar işçiliği ve ev döşemeciliği
gelişecek, insanlar dünyanın her yerinde rahatça yaşayabilecektir.
Önceki bölümlerde anlattığımız gibi siyah derili atalarımız burada
beyazlaşmaktadır. Büyük bir olasılıkla beyazlaşma süreci Orta Doğu’da başlamış,
Orta Asya’da tamamlanmıştır. Çünkü Orta Doğu’nun kuzey bölgeleri de güneş ışığı
emisyonları açısından Orta Asya’yı aratmayacak kadar soğuktur. Dolayısıyla
beyaz insanın ortaya çıkışı 20.000 yıllık bir öykü olabilir.
Ama 45.000 yıl önce bölgeye gelen insanlar belli bir yaşam düzeyi
tutturmuşlardı. Zaten böyle olmasa oraya yerleşmezlerdi. Mağarada yaşamak
sosyal açısından yeni organizasyonlar gerektirmektedir. Büyük annelerin
etkinliği iyice artmış olmalıdır çünkü insanlar Afrikalı büyükleri gibi geniş
bir alana yayılmış olarak yaşamamakta, daha dar alanda, sıkışık bir düzen
kurulmaktadır. Kadınlar her şeye hakimdir, kimsenin aklına da buna karşı çıkmak
gelmemektedir.
Büyük anne mağaranın tam girişinde yanan ateşe birkaç dal parçası attı
ve onların çıtırdayarak tutuşmalarını izledi. Ailenin erkekleri ava gitmişti,
ne zaman dönecekleri belli değildi. Hep olduğu gibi kalbinde huzursuzluk, sanki
her an kötü bir şey olacakmış duygusu vardı ve bu onu rahatsız ediyordu. Birden
burnuna gelen kötü kokuyla arkasına
döndü. Beş yaşlarında bir erkek çocuk çömelmiş tuvaletini yapıyordu. Hem de
mağaranın girişine. Hiddetle ayağa kalktı, içeriye doğru seslendi,
“kırmızı saç kız, kırmızı saç kız, sen bak kendi çocuk, pislemek bura”
Dil henüz her şeyi tam olarak anlatacak kadar gelişmemişti ve insanların
isimleri de yoktu. Onun yerine belirgin özellikleriyle tanınırlardı. Kırmızı
saçlı kız diğerlerine göre daha beyaz tenliydi ve açık kahverenginde saçları
vardı. Mağaranın içinde başka bir kadınla konuşuyordu ki büyük annenin
uyarısıyla yerinden fırladı, hala tuvaletini yapmakla meşgul küçük çocuğu
kucağına aldığı gibi hemen yandaki ağaçların arasına doğru koşturmaya başladı.
Bir anda ne olduğunu anlayamayan çocuk işini henüz bitirememişti, bu nedenle
annesinin bacaklarını da pisledi. Ancak kadının buna aldırdığı yoktu. Tepenin
hemen altında gürüldeyerek akan büyük bir nehrin kenarına geldi, önce çocuğun
altını ardından da kirlenen bacaklarını iyice yıkadı. Sonra çocuğu yeniden
kucaklayıp mağaranın girişine geldi, pislik hala orada duruyordu, kimse dokunmamıştı.
Kırmızı saçlı kız hemen yakınındaki bitkiden kopardığı yaprak ve küçük bir sopa
yardımıyla pisliği alıp uzağa, otların arasına fırlattı sonra çocuğa döndü,
“Sen yok yapmak pislik bura, büyük anne çok kızmak” dedi.
Büyük anne kaşlarını olabildiğince çatmış öylece yere bakıyordu ve
gülmemek için kendisini zor tutuyordu. Elbette çocuk bunu anlamadı, hemen
annesine sarıldı, kucağına tırmandı ve ağzına gelen memeyi emmeye başladı.
Büyük anne sonunda dayanamadı ve gülerek,
“küçük erkek, korktu emmek anne, yoksa yemek büyük beyaz kuş” dedi.
Beyaz kuş, yakındaki bir gölde yaşayan ördeklere o zamanlar verilen
isimdi.
Aradan yıllar geçecek, o küçük çocuk yetişkin bir erkek olduğunda bile
büyük anneyi saymayı hiç unutmayacaktı.
Toplulukta her şeye karar veren oydu.
17. ve 18. Yüzyılda dünyanın
diğer taraflarıyla hiçbir bağlantısı kalmamış ilkel ada toplulukları
keşfedildi. Bunlar önceki bölümlerde göç yollarını incelediğimiz ve denizin
yükselmesiyle adaya dönüşen kara parçalarında hapsolmuş insan topluluklarıydı
ve 45.000 yıl önceki yaşam hakkında bize çok değerli bilgiler sunuyorlardı.
Konuyla ilgili en önemli yapıt hiç kuşkusuz Levis Henri Morgan’ın Eski
Toplum isimli yapıtıdır (79). Morgan’a göre ilk avcı kültürün en iyi
temsilcileri Avustralyalı kabilelerdir. Ona göre sürü yaşamındaki her önüne
gelenle cinsel ilişki kurabilmeye dayalı ilişki biçimini izleyen gurup evliliği
sistemine çok yakın bir düzene sahiptirler (80). Yine bu kitapta o dönemde
avcılık-toplayıcılık yapan toplulukların günümüzdekine benzer çekirdek
ailelerden olduğu söylenmektedir (81). Ama bu ailenin reisinin kim olduğu pek
de tartışılmamaktadır. Kadının aile reisliği çok basit bir nedene
dayanmaktadır. Morgan’ın da vurguladığı gibi, doğan çocuklar annelerini biliyor
ama baba kavramı ile karşılaşmıyorlardı. Bu durumda çocuklar doğrudan annenin
yönetimine giriyor ve bu birliktelik ölünceye kadar süren bir bağ yaratıyordu.
George Thomson ise buna karşı çıkıyor ve şöyle diyor. “ondokuzuncu yüzyıl
uzmanlarının yanılgısı, anayanlı soyun kökenini hesaba katma çabalarında
yatıyordu. Morgan, toplumun ilk aşamalarına denk düştüğünü varsaydığı ortaklaşa
evlilik koşullarında çocukların babaları bilinmediği için ister istemez
anaların klanlarına bağlı sayıldıklarını ileri sürüyordu. Ama o koşullarda
çocuğun anasının ya da babasının kim olduğu hiç önemli değildi.”(82). Oysa
günümüzdeki teknolojik gelişmeler Morgan’ın haklı olabileceğini göstermektedir.
Birincisi, o günkü koşullarda baba kavramı yoktur ve bu nedenle babasının kim
olduğunun önemi yoktur sözcüğü havada kalmaktadır. Ama baba kavramının olmadığı
yerde “ana” kavramı her yönden bulunmaktadır. Çünkü bu kavram doğanın üreme
mantığının bir sonucudur. Her canlının mutlaka bir anası vardır ve her bebek
onun bakımı altında yaşamını sürdürür. Anne kavramını ortadan kaldırmanız için
doğan bebeğin hemen o anda anneden alınıp başka bir guruba verilmesi
gerekmektedir. Annenin çok uzun süre bebeğine süt verdiği unutulmamalıdır. Daha
da önemlisi, anne-bebek ilişkileri basit toplumsal gerçeklere dayanmaz. Tam
tersine doğrudan biyolojik temelli olan, kadın vücudunun en önemli işlevi
haline gelen bir uygulamadır. Öte yandan eş seçmenin de rastgele yapılmadığını,
koku ve simetri gibi tamamen biyolojik temele dayandığını biliyoruz. Elbette
George Thomson’un bunlardan haberi yoktu ama eski toplumun bir anaerkil yapıda
olduğunu söylerken son derece haklıydı.
Genç erkekler ve kızlar yetişkin hale geldiklerinde kendilerine birer
eş buluyor, erkekler kızların olduğu mağaraya taşınıyor, kendi büyük annesinin
yönetiminden çıkıp başka büyük annenin emrine giriyordu. (82). Bu nedenle
mağarada yaşayan bir toplulukta kız çocuklar çok sayıda ise, orada nüfus daha
fazla artıyor, kadınlardan bazıları, muhtemelen en genç kadın, kendi
çocuklarını (kızlarını ve onların çocuklarını) alıp yeni bir mağaraya
taşınıyordu. Gerçekte bu bölünme binlerce yıldan beri zaten yapılan bir şeydi.
Büyüme besin kaynaklarının yetersizliği gibi tüm bir bölgeyi kapsadığında ise
yeni gelişen nesil oradan başka bir yere göçmek zorunda kalıyordu.
Anaerkil yapıya karşın eski toplumlar kadın ve erkek olarak iki temel
sınıfa ayrılmışlardı. Erkekler özellikle avlanma sırasında oldukça disiplinli
bir örgütlenme biçimi göstermektedirler. Dolayısıyla durumu George Thomson
cinsiyet temeline dayalı toplumsal örgütlenme olarak adlandırmaktadır (83).
Gerçekte tümüyle akraba olan bu insanlar arasında dışarıdan evlenme
nasıl gerçekleşecekti? Daha önce gösterdiğimiz gibi biyolojik yapı insanın
kendisinden farklı genlere sahip başka insanlarla birleşmesine eğilimlidir.
Eğer mağara insanlarının hepsi birbiriyle akraba ise farklı gen bulma şansı
neredeyse hiç yok gibidir. Bu sorun gerçekte Afrika’ya aittir. Çünkü çok az
olan nüfusun hepsi birbirine akrabadır. Ama Orta Asya’ya geldiğinizde aynı
bölgede birden çok aile yer alabilmektedir. Çünkü nüfus artışı ve göçler
nedeniyle birbirinden ayrılan akrabalar artık gen olarak de iyice farklı
özellikler kazanmışlardır. Her ne kadar doğrudan bir kanıt bulmak mümkün değil
ise de, H. Sapiens’in H. Erektus ya da Neandertal gibi diğer türlerle
birleşmesi de gen zenginliğini artırmış olabilir.
Farklı gen arayışı ve toplumun buna göre örgütlenmesi bizi ilk kez soy
kavramına ulaştırmaktadır. Soy, biyolojik bir kavram değildir, bizim olayları
açıklamada kullandığımız bir tanımdır. Ancak yakın akraba evliliklerini
engellemesi açısından çok önemlidir. Soy kavramı hızla gelişecek ve toplumların
temel düzeni haline gelecektir. Örneğin Kamilaroi yerlileri her biri kendi
içinde üç alt bölüm içeren iki temel soya bölünmüşlerdi (84).
I. 1.İguana
2.Kanguru
3.Opossum
II. 4.Emu
5.Bandicoot
6.Karayılan
Kamilaroi kabilesinde soyların her birisi bir hayvan ismi ile
anılıyordu ama taş devri atalarımız henüz dillerini bu kadar
geliştirmemişlerdi. Toplumun soylara bölünmesi, dışarıdan gen arayan kadının en
temel özelliğini ortaya çıkarmaktadır. Soylar arasında evliliklerin
yasaklanmasını 19. Yüz yıl yazarları toplumsal gelişme olarak görüyorlardı,
büyük ölçüde haklıydılar. Ancak işin temelinde kadının koklama yeteneğinin
olduğunu elbette bilemezlerdi. Biyolojik bir etki giderek toplumsal
örgütlenmeye dönüşüyor, soylar ortaya çıkıyordu.
60.000 yıl öncesinden başlayarak 45.000 yıl öncesine gelinceye kadar
geçen evrede kadınların özgürce eş seçebilmeleri, son derece kısıtlı gen
kaynaklarına rağmen inanılmaz bir başarıyı anlatmaktadır. Çünkü bu sayede hem
gen kaynakları zenginleşmiş hem de H. Sapiens giderek daha zeki bir beyne sahip
olmuştur. Artık medeniyetini daha da ileriye taşıyacak bir seri teknolojik
gelişmeye hazırdır. Üstelik iklim koşulları da bunu adeta zorlamaktadır.
Yorumlar
Yorum Gönder