19.Bölüm - Kriz

 19. Kriz.
2006 yılında Amerikalı ekonomist Prof. Dr. Nouriel Roubini küresel çapta bir kriz beklendiğini açıkladığında pek çok kişi gülüp geçmiş, olayı Roubini’nin kendi reklamını yapması olarak değerlendirmişti.

2007 Yılının yaz aylarında ise Prof. Dr. Birgül Ayman Güler Alanya’daki bir toplantıda şöyle sesleniyordu (203);

“Dünya kapitalizmi çatlıyor. Amerika Birleşik Devletlerinde Mortgage sistemi bir büyük çatlamanın, bir büyük bunalımın habercisidir”     

Ama bu sesleniş tekelci medya tarafından görmezden geliniyordu. 2008 yılı Nisan ayında bir ekonomi yazarı internette yayınladığı yazıda Temmuz ayında büyük bir krizin patlak vereceğini söyledi. Gerçekte ekonomi ile ilgilenen çoğu kişi kapitalizmin geleceğinin pek de parlak olmadığını görebiliyordu. Bu nedenle bazı insanlar uyarıyı ciddiye alıp dikkatle ekonomik verileri izlemeye başladılar. Temmuz ayı gelip geçtiğinde ortalıkta kriz falan yoktu. Gerçi otomobil sektöründe sorunlar çıkmış, altın fiyatları yükselişe geçmişti ama ülkelerin gündemi yerel konulardan ibaretti ve kimse ufuktaki kara bulutları görecek durumda değildi. Krizi haber veren ekonomist yalnızca iki aylık bir süre hatası yapmıştı.
15 Eylül 2008 tarihi ise piyasalara “kara pazartesi” olarak geçecekti (170). ABD’de finans sektöründe büyük devler arka arkaya iflas etmeye başladı. Bir süre sonra herkes büyük bir ekonomik bunalımın içinde olduğumuzu kabul edecekti. Borsa inanılmaz hızla düşüyor, insanların ellerindeki değerler kısa sürede yitiriliveriyorlardı.
BBC’ ye demeç veren eski Amerikan Merkez Bankası Başkanı Greenspan “ekonomide kimseyi kurtarma gibi bir görev yoktur. Kim zayıfsa batacak, kim güçlüyse kalacak” diyordu (171). Bu, kapitalizmin temel yasası gibiydi. Ama kapitalistlerin gerektiğinde halkın parasını kullanmaktan asla çekinmeyecekleri kısa süre sonra ortaya çıkacak, gazetelerde şöyle bir haber görünecekti. “Rusya Kapitalist, ABD sosyalist oldu” (172). Amerikan yönetimi şirketleri kurtarmak için kesenin ağzını açacak, trilyon düzeyinde para piyasaya aktarılacaktı.
Peki, kapitalizmin sonu mu gelmişti? Bilsay Kuruç hoca buna şöyle yanıt veriyor.
“Kapitalizmin değil, ama 150 yıl önce İngiltere ile başlayan, ABD ile süren ve bir imparator ülkenin dünyayı kendi parasıyla yönetmesi modelinin adı olan Anglosakson kapitalizminin sonuna geldik. Sovyetler’in bitişi ile birlikte siyasi olarak ABD’nin tek güç olarak görünmesi, ekonomik tabloyu uzun süre maskelemişti, şimdi durum apaçık ortaya çıktı (173).
Kriz ile birlikte gelişmiş ülkeler arka arkaya tedbir paketleri açıklıyor, borsalar düşüyor, iflasların arkası kesilmiyordu. Böyle bir karmaşa içinde seçimleri kazanan Obama acilen finans sektörünün kurtarılması için bir şeyler yapılması zorunluluğu ile karşı karşıya kalıyordu. Aksi taktirde Amerikan kapitalizmi batma noktasına gelecekti. Tedbir ise çok basitti. Matbaalar çalıştırılır, tam on trilyon dolar para basılır. Bu tutar, 60 trilyon olan dünya milli gelirinin altıda biridir (174).
ABD’nin kurtarmaya çalıştığı şirketlerin başında otomotiv olması, ABD’nin sistemi kurtarmaya yönelik yeni teknolojiler yaratamadığının en önemli işareti olarak görülmektedir. Obama’nın yaptığı şey, insanoğlunun ilk sektörü olan konut ile 20. Yüzyılın ilk sektörü olan otomotivi canlandırmaya çalışmaktır. Üstelik en azından yirmi yıldır bu durumun farkında olan ABD, çözümü yayılmacılıkta bulmuş, dünyanın çeşitli yerlerine gönderdiği ordularıyla yeryüzü kaynaklarını ucuza kapatma yoluna gitmiştir (175). Kapitalizm krizden sömürü oranını daha da artırarak çıkmaya çalışmaktadır. Sendikalar giderek daha sıklıkla sahip oldukları hakları korumak için greve gitmek zorunda kalmaktadır. Örneğin bir Alman havayolu şirketinde pilotlar taşeron firma uygulamalarına son verilmesini istiyorlardı. En çarpıcı örnek, Fiat otomobil fabrikasından gelmişti. İşçiler, Polonya’daki Panda üretiminin İtalya’ya taşınması karşılığında iş güvencesi almışlar ancak grev hakları, çalışma saatleri, yıllık izinler gibi sosyal konularda daha kötü koşulları kabul etmişlerdi (176).
Krizin nasıl bir şey olduğunu görebilmemiz için Amerika’ya yakından bakmamız yeterli olacaktır.
9 Şubat 2009 günü Kuzey Carolina’daki Leksinton kenti şerifi yedi araçlık konvoyla sokak aralarında ilerliyordu. Tek katlı, bahçeli bir evin önünde durdular, görevliler hemen binayı kuşattı. Holyvood filmlerindeki gibi burada bir kanun kaçağı oturuyor olmalıydı. Birazdan gaz bombaları atılacak, maskeli polisler camları kırarak içeriye girecekler, silahlar patlayacak, kan gövdeyi götürecekti. Ama hiç de öyle olmadı. Şerif kapıda durup zile bastı, içeride dört kişi vardı, en yaşlıları telefonu açıp şerifi aradı ve hemen kapının önünde duran şerifle telefon görüşmesi başladı. Adam dışarı çıkmayacaklarını, onları içeriye almayacaklarını söyledi, şerif de kapıyı kırmak zorunda kalacaklarını belirtti. Az sonra iri yarı iki kişi mutfak kapısını kırarak binaya girdi, içerdekileri dışarıya çıkardılar. Bu adamlar gangster ya da terörist değillerdi. Yalnızca oturdukları evin borcunu ödeyememiş sıradan insanlardı. Alacaklı olan banka evi boşaltıyordu. Ve bu sahne tüm dünyada belki milyonlarca kez yinelenecekti. Ve evlerini kaybedenler seslerini yükseltiyorlardı;(205)
                “İşte Amerika bu ey millet, Amerika bu”
Dahası başka türlü söylemler de kulağa geliyordu, Detroit’te bir adam
                “Bu ev benim aile ocağımdı. Burada tam 22 yıl geçirdim. Ne olursa olsun her zaman yuvam olarak kalacak.”
 Diyordu. Kızgınlık bazen evi boşaltma işlemini yürüten şerife yöneliyor,
                “Bizi anlaman gerekiyor, zarar görmeyeceğiz, çünkü hiçbir şeyimiz kalmadı” deniyor, şerif kendini savunuyordu.
                “Faturalarını zamanında ödeselerdi bunlar olmazdı, ben yalnızca işimi yapıyorum.”
Şerif belli ki adamın ne demek istediğini anlamamıştı. Oysa hiçbir şeyi kalmayan insana daha fazla nasıl zarar verebilirsiniz ki? Her şeyi olanlar, hiçbir şeyi olmayanları görmezden gelemezler, aksi taktirde kalabalık yoksullar kendilerini göstermek zorunda kalırlar.
İllinois’te bir adam kendisine çiftlik kurmak ister. Bankalar kredi açmak için neredeyse sıraya girerler. Öneriler çok çekicidir. Ayda yalnızca 750 dolar ödeyerek hayalini gerçekleştirebilecektir. Normal apartman kiralarının 600 dolar olduğu yerde aylık 750 dolarlık taksit mucize gibi bir şeydir. Anlaşma yapılır, paralar ödenir ve çiftçi mutlu yaşantısına başlar. Ancak bir süre sonra aylık ödemelerin 1000 dolara çıktığını öğrenir. Bu rakam kızgınlık yaratsa da ödenemeyecek bir değer değildir. Ama taksitlerin yükselmesi orada durmaz. 1200, 1800, 2000 ve 2500 dolara ulaşır. Çiftçi taksitlerini ödeyemez, banka araziye el koyar.
El konulmuş emlak işleri Amerika’da karlı bir iş kolu haline gelmiştir. Yalnızca hacizli yerleri alıp satan insanlar ortaya çıkar. Başka hiçbir iş kolunda bu kadar yüksek kar oranı yoktur. Ellerinde nakit parası olan kişiler, karşısındakilerin gözünün yaşına bakmadan her şeye el koymaktadır. Amerikan toplumu onlara “leşçi” lakabını yakıştırır. Onlar da kendilerini savunurlar. Leşleri birilerinin kaldırması gerekmiyor mu?
Çağdaş iletişim de bu amaçla kullanılır. El konulmuş her şeye dünyanın bir ucundan bilgisayar bağlantısıyla ulaşabilirsiniz. Fiyatların düşmesi korkunçtur. 850.000 dolara alınmış bir ev için 350.000 dolar istenir ama onu da veren yoktur.
Aslında kapitalizm böyle anlatılmıyor, basitçe rekabetin medeniyeti yükselttiği söyleniyordu. Küçük şirin bir kasabada müşteriye en iyi hizmeti veren dükkan aynı zamanda kasabanın en büyük alış veriş merkezi haline gelebilirdi. Toplumun ihtiyaç duyduğu şeyleri en yüksek kalite ile sunan kapitalist bunun karşılığında para kazanıyordu. Bir çeşit oylama tekniği idi. Köşedeki fırının yaptığı ekmeği seviyorlar, arka sokaktaki fırını ise kimse beğenmiyor. Bu durumda arka fırın ya köşedekinden daha iyi hizmet verecek ya da kapanacaktı. Hür teşebbüs, rekabet ve kar amacı sistemin en çok kullandığı sözcüklerdendi.
Sistem bir zamanlar Amerika’da çok iyi işliyordu. Otomobil fabrikasında çalışan bir işçi evlendikten sonra on yıl içinde kendi evine sahip olabilirdi. İnsanlar her iki ya da üç yılda bir araba değiştirirler, yaz tatillerine çıkarlar, çocuklarını iyi okullarda okutur, sağlık sigortası sayesinde ücretsiz tedavi görebilirlerdi. Ama tüm bunlar olurken dünyada Amerikan endüstrisi ile rekabet edebilecek durumda olan tek bir ülke bile yoktu. Yani rekabet gerçekte söz konusu değildi.
1970’lerden itibaren Japonya ve Avrupa yeni rakipler olarak ortaya çıkıyor, Amerikan endüstrisi deniz aşırı ülkelerle karşı karşıya geliyordu. Ama sorun yalnızca rekabet değildi. Bazı insanlar eşitlik, özgürlük, çalışanların hakları gibi isteklerle sokaklara çıkmaya başlamıştı. Patronların sevmediği bir örgütlenme biçiminden söz ediyorlardı. Her ne kadar olay ekonomik gibi görünse de, temelde özellikle kadın hakları konusunda ciddi tartışmalar çıkıyordu. Çünkü 1960’larda üniversite hakkı elde eden kadınlar, kendilerine giderek daha yüksek mevkilerde makam aramaya başlamışlardı.
Erkek egemen düzen, kimi yerde ekonomik sorunlardan yararlanarak ama daha çok da alışık olduğu şiddet yöntemlerine başvurarak gelişmekte olan yeni toplum modellerini yok etmeye çalışıyordu. Bu modeller bazen komünist bir ülke bazen de sosyal demokrat yaklaşım olabiliyordu. Tümümün ortak yanı, insanların kardeşliği ve eşitliğiydi. Özellikle kadın erkek eşitliği, erkek egemen toplum tarafından anlaşılabilir bir şey değildi. Sosyal demokratlar kolayca ikna edilebiliyordu ama komünistlerin mutlaka bombalanması gerekiyordu.
Endüstriyel rekabet Amerikan Wall Street yatırımcılarını giderek zorlamaya başlamıştı. Çünkü yıkılan komünist rejimlerin yerine kapitalist modeller kuruluyordu ve bunların bir süre sonra ABD sanayisi ile rekabete girişebileceklerini görmek için çok da uzağa bakmak gerekmiyordu. Banka ve şirket yöneticileri basit bir çözüm üzerinde çalıştılar. Amerika’yı kendi çıkarları doğrultusunda yeniden yaratacaklardı. Bunun için Ronald Reagan gibi bir başkana ihtiyaçları vardı. İngilizler de ona tam uyan bir yardımcı gönderdiler. Margaret Thatcher demirden yumruğu ile karşısına çıkacak her türlü rakibi devirecek gibi görünüyordu. Dünyanın en güçlü borsa yatırım şirketi Merlin Leach’in başkanı ise onların bir adım arkasında duruyordu, hazine bakanlığı görevini almıştı.
Erkek egemen toplumun en üst düzeyi sayılan kapitalizm, kendi içinde de zirve yapıyor, finans sektörü her şeyin önüne geçmeyi başarıyordu. Diğer ülkeler diledikleri kadar sanayi kurabilir, rekabetçi olabilirlerdi. Paranın sahibi ABD olduğu sürece gelirler onun kasasını doldurmayı sürdürecekti. Bizzat paranın kendisi bir üretim aracı haline geliyordu. Başkan Reagan şöyle dedi;
                “Boğanın zincirlerini kıracağız”
Boğa ile temsil edilen kesim finans kapitaldi ve yalnızca ABD’de değil, tüm dünyada hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Eskinin yıkılması için post modernizm desteklenecek, bu yeni bakış açısı toplumun temel görüşü olarak ortaya çıkarılacaktı. Post modern vahşi boğanın, önüne çıkacak her şey ezip geçeceği varsayılıyordu. Ve bu gelişme hem olası rakipler ama daha da önemlisi gelecekte güçlenmesi beklenen kadın hareketleri için önemli bir tehditti.
1980’li yıllar boyunca yeni kapitalizm kendisini göstermeye başladı. Her ne kadar dönemin firmaları milyarlarca dolar kar beyan etseler de, kazancın temeli rekabet ya da üstün ürün geliştirme değildi. Tersine paranın bizzat kendisi para kazandırıyordu. Kısa vadede olabilecek en yüksek karı elde etmek için tüm yollar açılmış, bir zamanlar dolandırıcılık sayılan her türlü uygulamanın önündeki engel kaldırılmıştı. İşin yasal alt yapısını Başkan Reagan çözmüştü.
Bu düzene en başta karşı çıkması gereken sendikalar, yeni kapitalizmin geliştirdiği ikna yöntemleriyle birer ikişer yok edilmeye başlandı. İşçiler toplu olarak işten çıkarılıyor, işte kalanlar ise iki kat daha çok çalışmak zorunda kalıyordu. 1980 ile 2000 yılı arasında verimlilik %45 artarken, işçi ücretlerinde hiçbir değişiklik olmuyordu (205).  Ama zenginlerin ödediği gelir vergisi giderek azalıyordu. İnsanlar borçlanarak yaşamaya başladılar. Kredi kartı uygulaması azalan gelirlerin artan borçlarla dengelenmesini sağlıyordu. Borçlanma öylesine artacaktı ki kredi kartı yüzünden iflas eden bireylerin sayısı tarihin en yüksek rakamlarına ulaşacaktı.
Başka bir kar alanı sağlık sektörüydü. Zorunlu harcama kalemleri eskiden devletin en yoğun denetimine sahipken hızla özelleştiriliyor, bu sayede sağlık harcamaları inanılmaz boyutlara ulaşıyor, bütçe yetersizliği bahane edilerek çalışanların sağlık ve emeklilik hakları sınırlandırılıyordu. Bu iş bir süre sonra yalnızca parası olanların sağlıklı yaşayabileceği düzene dönecekti.
Wall Street’in ışıkları artık çok daha parlak görünüyordu. Ama çalışanların durumu giderek kötüleşiyordu. General Motor 1990’ların başında dört milyar dolar kar açıklıyor, buna karşın binlerce çalışanını kapının önüne koyuyordu (205). Bu garip çelişkiyi anlamak hiç de kolay değildi.
Kriz patlak verdikten bir süre sonra General Motor iflas etti. Onun kadar tanınmış olmasa bile Amerikan şirketlerinin neredeyse yarısı aynı kaderi paylaşıyordu. Binlerce işçi kendisini sokakta buldu. Üstelik tazminat ya da benzeri bir ödeme yapılmıyordu. Bir anda, öylece sokağa atılıyordunuz. Kapının önüne asılan listede adınız varsa artık oradan içeriye giremeyeceksiniz demektir. Oysa çalışan insan için iş yeri bir çeşit kabile ortamı gibidir. İnsan evriminin de benzer örgütlenmeden geçtiği unutulmamalıdır. Bireyler daima küçük öbekler halinde toplanmaya çalışırlar. Bir çeşit güvende olma halidir. Bu nedenle de işçiler, iş yerini kendi yaşam alanları gibi algılar ve korumaya çalışır. Hatta 1980’li yılların başlarında Japon mucizesi diye bizlere anlatılan öykünün temalarından bir tanesi de çalışanın iş yerini evi gibi görmesini sağlamasıydı. Dolayısıyla kovulmak, kendi evinden kovulmak anlamına gelebilir ve etkisi yalnızca işsizlik değildir.
Zaman geçtikçe anlaşıldı ki yeni kapitalizm başka kar alanları da geliştirmişti. Örneğin Pensilvanya’da bir yargıç mevcut ıslah evinin kapanmasını sağlıyor, rastlantıya bakın ki aynı bölgede iki ortak özel bir ıslah evi açıyordu. Belediye yılda 54.000 dolara bu özel ıslah evi ile anlaşıyor ve yaramaz gençleri burada eğitmeye başlıyordu. Kısa sürede bölgede ıslaha muhtaç gençlerin sayısı ülke ortalamasını katlayıverecekti. Sonradan yargıcın yatırımcıların yakın dostu olduğu ortaya çıktı, suçsuz gençler boş yere aylarca tutuldukları hücrelerden kurtuldular. Ama buna benzer öyküler hiçbir zaman tükenmedi.  Yani Post modern düşünme biçimi, post modern yargı sistemini de beraberinde getiriyordu.
Ancak en inanılmaz olay şüphesiz firmaların kendi çalışanlarına hayat sigortası yaptırmasıydı. Olay, kocası ölen bir kadının yanlışlıkla 1.500.000 dolarlık çek almasıyla ortaya çıktı. Kocasının çalıştığı iş yeri sigortayı kendisinin yaptırdığını bildirerek çek üzerinde hak iddia etti. Kadının hiçbir şeyden haberi yoktu (205). Ama eşinin ölümü, iş yerini zengin etmişti. Yani şirket için ölü bir çalışan, dirisinden daha değerliydi. Üstelik işlemler son derece bilimsel araştırmalara dayandırılmıştı. Şirketler beklenen ölüm oranlarını saptayarak sigorta poliçeleri düzenlemişlerdi. Gerçi bazıları bekledikleri hedefin oldukça gerisinde kalmışlardı ama bu durum bir çalışanın ölmesi halinde firmanın karlılığını ciddi biçimde artırabileceği gerçeğini değiştirmiyordu. Bu bakış açısıyla ilerde ilginç senaryolar yazılabilirdi. Örneğin kimi şirketler çalışanlarını intihara sürükleyecek düzenlemeler yapabilirler. Hatta kiralık katil tutup yıllık karlarını katlayabilirlerdi. Ama burada temel bakış açısı, bir başkasının ölümünden para kazanmanın yasal zemin bulabilmesidir.
Oysa bir zamanlar insanlar böyle değildi. Örneğin Madam Curie, Radyum ve Polonyum’u keşfetti. Eğer bunların patentini almayı akıl edebilseydi, şüphesiz dünyanın en zengin insanı haline gelebilirdi. Hatta böyle yapması için telkinde bulunulduğu bile söylenir ama kabul etmemiş, buluşunu insanlıkla paylaşmıştır. Sıradan insanlar sıkça “para her şey değildir” derlerdi. Günümüzde ise “parasız hiçbir şey olmuyor” diyenler çoğunlukta.
Gelişen yalnızca paranın önemi de değildir. Türev piyasalar, takas riski gibi önceleri hiç duymadığımız sözcükler daha sık kullanılır olmuştu. Sorun şu ki işlemlerin anlamlarını bilen insan sayısı parmakla sayılacak kadar azdı. Çünkü bunlar karmaşık ekonomik araçlar adı altında özel çalışmalarla geliştirilmiş düzenlemelerdi. Türev araçlar o denli farklı biçimlerde karşımıza çıkıyordu ki genelde anlaşılabilir bir açıklama yapmak kolay değildi. Bu durum finans çevrelerine yasal takipten kaçma olanağı da veriyordu.
Aslında yeni kapitalizm hiç ortaya çıkmayabilirdi. Çünkü türev piyasa adı altında pazarlanmaya çalışılan pek çok işlem eskiden yasal engellere takılıyordu. Örneğin banka size verdiği kredinin faizini keyfi olarak değiştiremezdi. Tüketiciyi koruyan pek çok yasa ve yönetmelik vardı. 1980’li yıllarda “bürokrasiyi azaltıyoruz”, “hür teşebbüsün önünü açıyoruz” gibi sloganlarla yasaları değiştirdiler. Artık kocaman sözleşmelerin bilmem neresine sıkıştırdıkları maddelerle krediyi alan kişinin hayatını söndürebilirlerdi. Ve bunu yalnızca ABD’de değil, tüm dünyada binlerce, milyonlarca kez yinelediler ve halkın elinde nesi varsa aldılar. Ama bankalar kendi özel müşterilerine neredeyse faizsiz kredi açabiliyorlar yine türev işlemlerle milyonlarca dolar sessizce başkalarına aktarılıyordu. Çok değil, otuz yıl önce nereden bakarsan dolandırıcılık sayılacak işlemler yasal çizgiler içinde serbestçe uygulanıyordu.
15 Eylül 2008 günü kriz patlak verdiğinde, aslında krize neden olan kesim hiçbir şey olmamış gibi yeni bir vurgun peşine düşüyordu. Borsalar dibe vuruyor, bankalar iflaslarını istiyordu. Panik havası dalga dalga topluma yayılıyordu. Medya kelimenin tam anlamıyla yaygarayı basmıştı. İlk bakışta halkı olası bir felaket için uyarı görüntüsü veriliyordu. O güne değin yapılan işlemlerden finans çevreleri inanılmaz ölçüde para kazanmışlardı. İflas eden bankaların yöneticileri tek başlarına pek çok sanayi kuruluşundan fazla gelir elde etmişlerdi. Bazı üst düzey yöneticiler de paylarına düşeni almakta gecikmemişlerdi. Ve şimdi Amerikan kongresine açık bir mesaj gönderiliyordu. Eğer acilen önlem alınmazsa ekonomi tamamen çökecekti. Elbette burada önlem sözcüğünün anlamı trilyon dolarlık para demekti.
2008 yılında başkan Bush ve finans çevreleri üst üste toplantılar yapmaya başladı. Kriz yönetiminde çalışacak herkes Goldman Sachs’tandı. Bazı kişiler bu duruma “Goldman hükümeti” diyordu. Amerikan hazinesi tamamen Goldman tarafından yönetiliyordu. Böylece krizden çıkış için en uygun çözümün 700 milyar dolarlık bir paketin finans çevrelerini kurtarmak için kullanılması olduğu söylendi. Ve bir kanun teklifi olarak ABD kongresine verildi. Yaratılan hava bir an önce yasanın meclisten geçmesiydi. Ama bazı kongre üyeleri karşı çıktı. Aslında düz mantıkla korunması gereken kesim borcunu ödeyemeyen binlerce az gelirli vatandaştı. Görünüşe göre bankalar alacaklarını tahsil edememiş ve zor duruma düşmüşlerdi. Peki ama o zaman neden kendileri için 700 milyon dolar para istiyorlardı? Basitçe kredi borçlarını ödeyemeyen insanların evlerini kurtarmak daha mantıklı olmaz mıydı? Faiz oranları düşürülür, krediler çok uzun zamana yayılır ama milyonlarca kredi mağduru korunmuş olurdu. Ödenen taksitler nasıl olsa bankalara gitmeyecek miydi? 15 Eylül 2008’den yalnızca on gün sonra kongreye sunulan teklif 29. Eylül 2008 günü reddedildi. Türkiye’de gazeteler haberi “Büyük şok, Pakete onay çıkmadı” olarak veriyordu. Burada küçük bir ayrıntı çok dikkat çekiciydi. Sözüm ona paket “bir çeşit sosyalizm” olarak adlandırıldığı için reddedilmişti. (206).  Bu elbette doğru değildi ama finans kapitalin Türkiye’de bile dikkatleri başka yere çekmek için uğraştığının belirgin göstergesiydi.
Paketin reddedilmesi üzerine hemen yeni toplantılar başladı. Amerika’da seçimlere yalnızca iki ay kalmıştı. “Hayır” oyu veren temsilciler yakın markaja alındı. Kapalı kapılar ardında bir takım pazarlıklar yapıldı ve birinci oylamadan yalnızca dört gün sonra 3 Ekim 2008 günü paket kongreden geçti (205). Üstelik bu ilk paket son da olmayacaktı. Daha sonra yönetime gelen Başkan Obama paketlere devam etti. Haziran 2009 yılına geldiğimizde konuşulan paketin büyüklüğü bir trilyon doları buluyordu. Halktan istediği geliri alamayan bazı çevreler, ABD hazinesinden beslenmenin yolunu bulmuş gibiydi.
Kriz, erkek egemen toplum düzenin son noktası olabilir. Kapitalizm gerçekte yalnızca bir propagandadan ibarettir. Mağdur ettiklerini bile sanki çok iyi bir şey yapmış gibi ikna edebilir. Bu açıdan hayranlık duyulacak kadar başarılıdır. Ama artık işin sonuna gelinmiştir çünkü söylenecek yalan kalmamış, gelişen teknoloji insanların daha iyi eğitilmesini sağlamaya başlamıştır. Üstelik eğitim alanların başında kadınlar gelmektedir. Son 5.000 yılda kadınlar özgürlüğe hiç bu kadar yakın olmamıştı. Çünkü her devirde bir şekilde eğitim dışı bırakılıyor, cehalet ve bilgisizlik onu daima erkeğin himayesine zorunlu kılıyordu. 

Kadınları gelecekte nelerin beklediğini anlayabilmemiz için önümüzdeki yılları şekillendirecek özel koşullar hakkında bilgimiz olması gerekmektedir. Bunların başında hiç şüphesiz kriz gelmektedir. Erkek egemen toplum kriz ile ulaştığı noktada çürüyüşünü, çöküşünü ilan etmektedir. Çürüyen tüm organizmalar gibi kötü kokması, parçalanması, dağılması normaldir.  Kriz ilerleyen yıllarda kaotik bir yaşam düzenin temelini oluşturabilir. Dolayısıyla “bilgi toplumu” adı verilen kapitalizm sonrası yaşam biçiminin nasıl bir şey olduğunu daha iyi incelemeliyiz. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

17.Bölüm - Erkek egemen toplum tarihi

16.Bölüm - Görünmeyen zincir, bekaret

18.Blüm - Tüketim toplumu