2.Bölüm - Evrim

2. Evrim
2.1 Kaliteli Gen kavramı
İlk canlının oluşumundan gelişmiş memelilere kadar tümünde ortak bir davranış vardır. Hepsi de bir şekilde üremeye çalışır. Ve üremeyi sınıflandırmak istediğinizde ilginç bir gerçekle karşılaşırsınız. Doğada çok sayıda üreme biçimi bulunmaktadır. En yaygın olarak öğretilen çoğalma şekli hücrenin bölünmesidir. Denizyıldızının kopan kolundan yeni bir denizyıldızı oluşması da üremedir ve daha az bilinir.  Bitkilerden koparılan dalların toprağa dikilmesiyle (çelik) fidan üretimi de yine çok kullanılan üreme tekniğidir. Tomurcuk oluşumu, bunun ana gövdeden ayrılarak kendi başına büyümeye başlaması ya da sporlar yayarak üreme doğada karşılaşacağımız çoğalma biçimlerinden bazılarıdır. Ama konu insan olunca, eşeyli çoğalma adı verilen ve daima bir hücrenin başka hücre ile aşılanmasını gerektiren daha karmaşık üreme biçimi ortaya çıkar. Burada şu soru evrimci bakış açısıyla son derece önemlidir. Eşeysiz çoğalmaya pek çok örnek varken, evrim neden eşeyli üreme biçimine ihtiyaç duymuştur? Eşeysiz çoğalmanın ne gibi mahsurları vardır da evrim ondan vazgeçmiş, iki ayrı türde yapı gerektiren eşeyli üremeyi ortaya çıkarmıştır?
Burada işin sırrı DNA’da yatmaktadır. Bildiğiniz gibi DNA hücrelerin bölünmesine ilişkin tüm bilgileri üzerinde taşır. Hatta daha da ayrıntıya girersek, hücrelerin bölünmesi sırasında yeni hücrelerin eskisinin tıpa tıp aynısı olmasını sağlayan şey, DNA üzerinde yer alan genlerdir. Bu konuda ünlü biyolog Von Dithfurth şunu söylüyor;
“İster böbrek hücresi, ister bez hücresi, isterse de deri ya da sinir hücresi olsun, organizmamızın her bir hücresinde, hemen hemen kusursuz yürüyen bir çekirdek bölünmesi sonucunda, döllenmiş yumurta hücresindeki bütün DNA moleküllerinin (Genlerin) eksiksiz bir kopyasının ortaya çıkmasıyla ilginç bir durum doğmaktadır. Adım adım gelişen bölünmeyle birlikte hücrelere dağılan bu kopyalar, öteki adlarıyla DNA molekülleri, bölünen hücrenin her iki yarısına da eşit olarak taksim edilip, bir misli çoğalırlar.  Bu ne demektir? Bölünmeyle ortaya çıkan her bir vücut hücremiz, o hücrelerin organizmadaki işlevlerini yerine getirmeleri için ihtiyaç duyduklarından daha fazla enformasyonla donanmış olmaları demektir. Her bir hücre, bütün bedenimizin kısaltmasız bir inşa planını içermektedir.” (3)
Ne var ki hücrenin içinde bulunan bu bilgi dış etkilere açıktır. Ve tüm organik maddeler de olduğu gibi belli etmenler, örneğin radyasyon, mor ötesi ışınlar, sıcaklık ve basınç değişmeleri DNA üzerinde etkili olabilir.  Bunun sonucu DNA, öncekine benzemeyen bir hücre üretir. Bu hücrenin sürekli olarak kendini tekrarlamasıyla hatalı DNA aynı şekilde tekrarlanır ve o canlı bundan kurtulamaz. Halbuki eşeyli çoğalmada, DNA’nın bir kısmı dışarıdan alınacağından bir süre sonra hatalı hücre yok denecek kadar azalır. İşte, eşeyli üreme biçiminin diğer üremelere göre üstünlüğü her seferinde olabilecek en kaliteli genin bir sonraki kuşağa aktarılmasını sağlamasıdır. Böylece canlı, kendini en ideal koşullarda tekrarlamakta hatta daha da iyiye doğru yeni bir evrim hamlesi yapabilmektedir. Bu durumda “KALİTELİ GEN” kavramı, tüm canlılar için yaşamsal önem kazanır.
Önce denizde başlayan yaşam, tek hücrelerden ortak yaşayan hücreler, belli görevleri paylaşan hücrelere oradan da gelişmiş organizmalara ulaşmıştı. Ve bundan üç yüz milyon yıl önce denizlerdeki yaşam karalara taşındı. Denizde her hangi bir ısı sorunu yoktu. Ağırlık sorunu yoktu. Ortam o canlı türü için olabilecek en iyi koşullarda bulunuyordu. Oysa karada durum çok farklıydı. Öncelikle gece gündüz farkı peşinden önemli bir sıcaklık değişimini getiriyordu. Gündüz gökte parlayan ışık ve oradan alınan enerji gece olunca ortadan kalkıyor ve karadakilerin tümü bir çeşit donma haline geçiyorlardı. Bu donma hali evrimde öylesine belirgin bir iz bırakmıştır ki, günümüzde insanın niçin geceleri uykusunun geldiğinin açıklaması olmaktadır.
Karada gelişen tüm hayvanlar bu gece donması kuralına uygun evrimleşiyordu. Dolayısıyla av ve avcı için hemen hemen bir eşitlik söz konusuydu (4). Avcı hayvanlar için gece de hareket edebilmek, böylece olduğu gibi katılaşıp kalmış avlarını kolayca ele geçirebilmek bir çeşit cennet hayali olmalı. Ama bu gayret bize aynı zamanda tüm canlılar için geçerli bir başka kuralın da işlemeye başladığının göstergesidir. Bir canlı üç temel kurala göre hareket etmektedir.
·         Yaşamını koru
·         Çoğal
·         Neslini koru.
Üç yüz milyon yıl önceki canlılar için yaşamını korumak gündüz olunca inanılmaz bir kaçma-kovalama demektir. Böylece çoğalma ve neslini koruma kuralları, birincisine göre daha zayıf uygulama alanı bulmaktadır. Oysa gece hareket edebilen bir canlı diğerlerinin tamamen donmuş durumda bulunmalarından ötürü tehdit altında olmayacak, kolayca çoğalabilecek ve doğacak nesiller de rahatça korunabilecektir. Dolayısıyla tüm canlılar böyle bir hedefe doğru ilerlemeye zorlanmaktadır. Eğer bir şeyi çok istiyorsanız, onun ne şekilde gerçekleştiğinin çok da önemi yoktur. İster mutlu bir tesadüfle mutasyona uğrayan DNA’nın yeni bir canlı yaratması olsun isterse de çevre koşullarının doğrudan canlı üzerindeki etkileriyle olsun, bir süre sonra canlıların birinde organizma enerji verici besinleri olması gerektiğinden çok daha çabuk işlemeye başladı. Bu ise canlının gece boyunca sıcak kalmasını sağlayacak enerji fazlası yarattı (4). 
Yeryüzünün ilk sıcakkanlısı fare benzeri minicik bir hayvandı (5). Bu hayvan ortaya çıktığında dünyaya dinozorlar hakimdi. Gündüzleri devasa cüsselerle baş etmek söz konusu olamazdı. Ama gece olunca roller değişiyor, küçük kürklü yaratık dinozorların bacaklarının arasında cirit atıyordu. Yine de sıcakkanlı sevimli kemirgenimizin yuvası dünyayı kaplayan geniş ormanlık alanların en dip köşelerinde bulunmalıydı. Çünkü gündüz olunca dinozorlara karşı yuvasını koruması mümkün değildi.

Ormanın hemen kenarındaki ağacın üst dallarında duran iri sincap büyüklüğündeki kürklü hayvan dikkatle havayı kokladı. Birkaç yüz metre uzaklıktaki gölün hemen yanında otlayan dinozorları gördü. Ağır adımlarla gittikçe yuvalarından uzaklaşıyorlardı ve arkalarında bıraktıkları dev yumurtalardan her biri, ilkel memelimizi günler boyu doyurabilirdi. Dalların arkasına saklanarak yavaşça ağaçtan indi, karnını yere yapıştırıp, uzun otlar arasında ilerlemeye başladı. Rüzgarı tam karşısına aldı. Böylece otçul dinozorların kokularını izlerken, kendi kokusu yerini belli etmeyecekti.
Daha on metre bile gitmemişti ki karnını yapıştırdığı toprağın titrediğini hissetti. Hemen kulaklarını dikti, önce yan tarafları sonra gerisini dinledi. Bir şey tam arkasından ona doğru yaklaşıyordu. Başını çevirip baktı ve yalnızca birkaç metre uzağındaki etçil dinozoru gördü. Ağzını açmış, kocaman dişleriyle ona yaklaşıyordu. Bir an göz göze geldiler ve her iki hayvan da ok gibi fırladı. İlkel memeli ilk adımlarda hızlıydı ama dinozorlar uzun mesafede ondan çok daha dayanıklıydılar. Üstelik ormandan uzaklaşıyordu ve avcının dev adımları karşısında tek şansı gölün hemen yanındaki büyük ağaca ulaşmasıydı. Yalnızca yirmi saniye kadar süren kovalamaca gerçekte tam bir ölüm kalım mücadelesiydi. Ve iki metre farkla ağaca zamanında yetişen ilkel memeli, büyük bir hızla üst dallara doğru yükseldi. Olabildiğince yukarı çıkmalıydı çünkü dinozor ağacın yarısına kadar zıplayabiliyordu. En üst dalda durdu, aşağıya baktı. Olayı gören devasa otçul dinozorlar telaşla yumurtalarının başına koşturdular. Etçil hemcinsleri ise bir süre daireler çizdikten sonra arka ayakları üzerine oturup nöbet tutmaya başladı. . Üstelik şimdi üç tane olmuşlardı ve karınlarını doyurmadan oradan uzaklaşmaya niyetleri yok gibiydi. Avlarının sonsuza kadar ağacın tepesinde duramayacağını düşünüyorlardı. Nasıl olsa acıkacak, susayacak ve bir şekilde aşağıya inmeye çalışacak, hazır bekleyen dinozorlara yem olacaktı. Ama bilmedikleri bir şey vardı. 
Saatler geçti, güneş yavaşça battı ve ılık hava giderek soğudu. Göl kenarında bekleyen dinozorların hareketleri önce yavaşladı sonra hepsi kaskatı kesildi. Soğukkanlı bu hayvanlar bir çeşit uykuya dalmışlardı. Oysa ağacın tepesinde duran ilkel memelinin gözleri pırıl pırıl parlıyordu. Havanın serinlemesinden etkilenmemişti. Dinozorların tersine, uzun tüylü kürkü vücudunun ısı kaybını engelliyor böylece sıcaklığını koruyarak gece de çevikliğinden hiçbir şey yitirmeksizin hareket edebiliyordu. 
İlkel memeli harekete geçmek için hiç acele etmedi. Uzun zaman onu bekleyen avcıları izledi. Sonra hiç birisinin kendisi için tehlike oluşturmadığından iyice emin olunca yavaşça ağaçtan aşağıya indi ve ormana yöneldi. Sonra aklına yeni gelmiş gibi ansızın geri döndü, otçul dinozorların ayağının dibindeki yumurtalarından birisini aldı, yuvarlayarak ormanın derinlerine doğru götürmeye başladı.

Yukarıdaki öykü bundan 65 milyon yıl önce geçmişti ve bu tarih çok önemli bir gelişmeyi haber veriyordu. Dinozorlar kitle halinde yok olmaya başladılar. Bu konuda kaynaklar birbirinden farklı üç kuram öne sürüyorlar. Birincisi, öyküde anlatıldığı gibi memelilerin geceleri dinozor yumurtalarını adeta yağmalayarak onların çoğalmasını önlemesidir. (6). İkincisi Meksika körfezinde kalıntıları bulunan meteor çarpmasıdır (5). Jeolojik bulgular bölgede çok önemli bir çarpışmanın tüm izlerini ortaya çıkarmıştır. Son dönemde bunun yanında bir de süper volkan patlaması eklenmiştir. Hindistan’da patlayan bir volkanın dünyanın iklimini değiştirdiği ve dinozorların sonunu hazırladığı söylenmektedir. 
Hangi nedenle olursa olsun, değişmeyen şey, 65 milyon yıl önce dinozorların sahneden çekilip yerlerini memelilere bıraktığıdır. Bunun evrim üzerindeki etkisi olağan üstüdür. O güne değin dinozorlarla baş edemediği için ormanın derinliklerinde yaşamak zorunda kalan pek çok tür hızla açık alanları doldurmaya başlayarak yeni bir evrim dalgası yaratır: Bu gün tanıdığımız pek çok hayvanın ilk ataları o zaman ortaya çıkar. Örneğin Miyasidler sansar büyüklüğünde etçil hayvanlardı. Değişik türleri vardı ve bunlar evrimleşerek önce kurtları ardından köpekleri oluşturacaklardı. Yine carnovalardan evrimleşen viverridler de günümüz kedilerinin ataları olacaklardır (7).
Geniş otlaklar kimi canlılara cazip gelecek ve ormanda edindikleri beslenme biçimini değiştirip otlamaya başlayacaklar kimileri de bu hayvanları avlamayı tercih edecektir. Ormanda zaten var olan av-avcı kovalaması, şiddetinden hiçbir şey yitirmeksizin açık alanlara da taşınmaktadır. Avlar kaçmak için ince ve uzun bacaklar edinirken, avcılar da keskin tırnaklara, dişlere sahip olacaklardır.  Bir hayvanın evrimleşmesi onun içinde bulunduğu koşullarla doğrudan ilgilidir. Örneğin 84 milyon yıl önce ortaya çıkan protosukianların bir cinsi sulak yerlerde avlanmaya başlamış ve günümüze kadar gelen timsahları oluşturmuştur (8). Dinozorların ortamdan çekilmesiyle boşalan açık alanlar önceleri güvenli otlaklar iken kısa sürede savaş alanına dönüşmüştü.
Ama bir tür vardır ki herkesin ormanları terk edip açık alanları doldurduğu dönemde yerinde kalmayı yeğlemiştir. Üstelik şimdi ormanlar eskiye oranla daha tenhadır, birçok tür açıklık yerlere taşınmıştır. Ormanda yaşamaya göre evrimleşen bu canlılar tam 30 milyon yıl boyunca orada kalacaklar ve daha sonra primatların atası olarak kabul edilen Prosimianlar sahneye çıkacaktır (9).
65 milyon yıl önce dünyanın şekli bu günküne hiç benzememektedir. Pangea adı verilen ana kara parçalanma sürecindedir ancak günümüzdeki şeklinden de çok uzaktadır. Afrika, Asya, Avrupa ve Kuzey Amerika kıtaları birbirine bağlantılıdır. Hindistan büyük bir ada olarak Afrika’nın doğusunda bulunmaktadır. Güney Amerika, Antarktika ve Avustralya ise aralarında bağlantılarla Pangeadan ayrılmıştır. Türlerin dağılımında bu gün görülen bazı farklıların temeli o dönemlere dayanmaktadır. 55 milyon yıl önce Hindistan adası Asya kıtası ile birleşir, bunun sonucu olarak Himalayalar ve Tibet platosu oluşur. Süreç elbette bir günlük değildir. Bilimde Eosen adı verilen bu dönem M.Ö 55.8 – 33.9 milyon yıl öncesini kapsamaktadır. Kara parçalalarının yerleşimindeki farklılık, dünyanın iklimini değiştirmiş, özellikle kuzey yarımkürede havaların soğumasına ve kurumasına neden olmuştur. Böylece primatlar kuzey bölgelerinden güneye doğru çekilmişlerdir. Ama ortalama olarak dünya halen ılıman bir iklime sahiptir (9).

55 milyon yıl öncesine geldiğimizde ortalıkta dolaşan hayvanlar çoğunlukla hantal otçullar, küçük böcek yiyicileri ile yeni ortaya çıkan az sayıda etçil cinslerdir. Tüm gelişmeye karşın anatomik olarak ilkel biçimli, küçük beyinlidirler. Ama bu yapı hızla bozulacak ve daha sonraki 20 milyon yıl içinde at, fil, gergedan, deve gibi memelilerin de içinde bulunduğu yeni nesil canlılar ortaya çıkacaktır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

17.Bölüm - Erkek egemen toplum tarihi

16.Bölüm - Görünmeyen zincir, bekaret

18.Blüm - Tüketim toplumu